Bu Blogda Ara

31 Mayıs 2016 Salı

BUGÜN GÜNLERDEN HAYAT ŞARKISI

Tam artık "televizyonda izlenecek bir tane bile Türk dizisi yok" derken Kanal D ekranlarında rast geldim hayat şarkısı dizisine. Böyle kendimden bir parça bulabildiğim şeyleri takip etmeyi seviyorum. Ne bileyim geçmişime götürüyordur beni ya da hayal ettiğim ama asla elde edemediğim şeylerden bir parça buluyorumdur mesela. Bu tarz filmler, kitaplar, diziler... her ne ise.. İçinde bulunmayı seviyorum böyle şeylerin. Kendimi görüyorum. Kendimi buluyorum izlerken. İşte Hayat Şarkısı dizisi de bunlardan birisi benim için.

Bundan haftalar - haftalar öncesine gidiyorum yine. Bunalımımın en ağır dönemlerindeyim. Kimseyle konuşmak, görüşmek, anlatmak, gülmek hatta yaşamak bile istemiyorum. Deliler gibi sevip, aşık olduğum adamla berbat bir şekilde ayrılmışız. Sürünüyorum. Gururumla, acımla, hayallerimle yerlerdeyim. Televizyon karşısına pineklemişim salak saçma kanalları değiştiriyorum. İzleyeceğimden falan değil sadece zaman geçsin diye. Bir sürü kanalı zapladıktan sonra takılı kaldım bu dizide. Baştan aşağı trajedi, entrika ve acı gerçek kokuyor dizi. Halis muhlis Türk dizisi anlayacağınız. Yine de bir şans verip izledim diziyi. Ahmet Mümtaz Taylan'ın şirinliği ve rol kabiliyeti, Burcu Biricik'in mimikleri, Birkan Sokullu'nun gülüşü, Olgun Toker'in almanca aksanı, senaryosu, kurgusu ve dizinin her olaya rağmen ayakta tutmaya çalıştığı aile bağları o kadar bağladı ki beni diziye bir süre sonra bir baktım baya baya diziyi izler olmuşum. Her hafta acaba haftaya neler yaşanacak durumlarına giriyorum. İzledikçe kendimden kesitler buluyorum. Ve kim bana "ne zaman ayrılmıştınız" diye sorsa "Hayat Şarkısı başladığından beridir" diyorum. O kadar milat oldu dizi benim için anlayacağınız.

 Hülya ( Burcu Biricik ) karakterinin yaşadığı hatalarla dolu geçmişi, sevdiği adamla mutlu, huzurlu bir hayat sürebilmek ve onun kendisini sevmesi için karşısına aldığı zorluklar beni çok etkiledi.Olmak istediğim güçlü kadını gördüm o karakterde ben. Çevirmediği durum, bulaşmadığı bela, oynamadığı   oyun kalmadı kadının haftalardır. Ama hepsinin amacı sadece kendisini ve ailesini koruyabilmek ve mutlu olabilmek adınaydı. Ayrıca alışılagelmişin dışında baş rolün kötülüklerine rağmen bu kadar sevilmesi insanda ayrı bir denge yaratıyor ister istemez. Aynı numaraları bir Ferhunde, Firdevs Yöreoğlu, yenge Mukaddes yapmış olsa yerden yere vururduk onları. Bu tabularımızı yıktığı için belki de sevilmiştir bu kadar bu dizi. Kim bilir?

Bazı arkadaşlarım rol model olarak Hülya gibi bir karakterin çizilmesinin yanlış olduğunu savunuyorlar. Neymiş efendim; bu şekilde elde edilir miymiş erkek dediğin? Tam da bu şekilde elde edilir efenim!   Erkek dediğimiz tür;  gözüne bir şeyi sokmadan, bazı kıyaslamaları yapmadan, elindekini kaybetmeden, kıskanmadan, onun için gösterdiğin ve gösterebileceğin fedakarlıkları birebir burnunun ucuna kadar getirmeden kıymet bilen bir varlık değil ne yazık ki.. Eee bu durumda ne oluyor? İster istemez kadın milleti bin bir kurgu, şaşırtmaca, oyun içine sokuyor kendisini.

Yalandan yere kıskandırmalar, "bak giderim hee" tehditleri, karşındakinin ruh halini anlamak için şekilden şekle girmek kimsenin meraklısı olduğu şeyler değil ne de olsa. Erkek net olabilse, ne istediğini bilen biri olsa, her şeyi direkt söyleyebilse, kadınının her dediğini ciddiye alan ve önemseyen biri olsa, gözü dışarıda olmasa, hayatını tek kişilikmiş gibi yaşamasa ve gizli bir kara kutu gibi davranmasa kimse böyle olaylara girmez zaten.

Bir keresinde ismi lazım değil bir arkadaşımla oturuyoruz. Başladı bana nasihat vermeye. Örnekler ile anlatıyor her zamanki gibi. Bir gün annesi ve babası ile beraber dışarıya çıkmışlar. Annesi evdeki mobilyaları değiştirmek istiyormuş, babası ise asla ama asla bir eşya tamamen kullanılmayacak hale gelmeden değiştirmezmiş. Kadıncağız da ne yapsın. Önceden güzergahını belirlediği bir mobilyacının önünden geçerken "Aaaa!! Hadi gel bir fikir almak için bakalım şu mağazaya"  diye kocasını soktuğu mağazada, çok beğendiği bir koltuk takımı için "Hayır ben bunu hiç beğenmedim" diye eşiyle inatlaşıp kocasına aldırmış o koltuk takımını. Ve öyle bir durum yaratmış ki, sanki kocası zorla almış gibi olmuş o mobilyaları... Bana bunu anlatıp daha sonra "Kadın olacaksın, istediğini elde etmeyi bileceksin" öğütleri verdi durdu kendileri. Ama bu kişi aynı zamanda sevgilisini "Sürekli bir oyunlar peşindesin, ben seni anlayamıyorum" diyerek ayrılmak isteyen birisidir.. Bu da apayrı bir konu.

Ben bu entrikalardan yana biri değilim aslında. Çünkü özünde tembel bir kişiliğim var benim. Öyle kafamda kuracağım sonra uygulayacağım, karşımdaki kişiyi ölçeceğim falan olayları bana göre değil. Zaten beceremem de. Çok defa denedim oradan biliyorum çünkü. Her seferinde kendi kazdığım kuyulara kendimi düşürüp toprak örttüm birde üzerime. Ben kim, olay çevirmek kim? Topaç gibi çevrildim durdum sonra.  Ama yinede hak edene de bazen gerçekten oyun oynamak gerekiyor. Eğer azcık kıvırabiliyorsun böyle şeyleri ve karşında Kerim ( Birkan Sokullu ) gibi bir adam varsa acıma kardeşim! Vur belinden aşağıya gitsin. Sonuçta her şey ikinizin  mutlu olması için değil mi?

Sonunda mutluluk olan yolda çekilen acılar haktır neticede. O yüzden aferin kız sana Hülya! Bırakma, devam et bu şekilde. Her hafta yapıştır bizleri de ekrana.

Öyle ki diziyi izlerken yanımda bir bardak limonlu su, bir bardakta tuzlu ayran bulunduruyorum. O kadar heyecanlı ilerliyor ki dizi tansiyonumuz bir yükseliyor bir düşüş gösteriyor, sağ olsunlar. Bakalım bu hafta bizleri neler bekliyor. Fragman oldukça etkiliydi. Eminim bölümde aynı etkiyi uyandıracaktır.

Not: Salı akşamları 20:00'dan sonra telefonuma gelen aramaları kabul etmediğim gibi kapıya gelen misafirleri de kabul etmiyorum.  Peşin peşin söyleyeyim de sonra kem-küm etmesin kimseler.

Sevgiyle kalın.. :)


25 Mayıs 2016 Çarşamba

EN GÜZEL TERAPİ YOLUNU BULDUM!



Yeni kararlar aldığım ve yeni hayaller ile uyandığım günün öğlenden sonrasında, okuduğum bir makalenin üzerine uzun uzun düşündükten sonra yazıyorum bu yazıyı sizlere.

Dün gece oturdum ilk defa gerçek anlamda hayatımı gözden geçirdim. Eksik yönlerimi ve eksilerimi yazdım bir kağıda. Beni mutlu eden şeyleri ve mutsuz olmama neden olanları döktüm önüme. Topladım hatalarımı sonra çıkardım kendimden. Tüm kötülükleri bölüp attım bir kenara. Gerçekleri bir bir çarptım yüzüme. Yetmedi, sağlaması oldun dedim birde, oturdum ağladım bir süre. Ve şunu fark ettim ki ben yetinmeyi bilmeyen bir insanım. Ağzımdan "çok sükür" kelimesi düşmez olmasa da şükretmeyi beceremeyen biriyim ben.

Bir ara meditasyona merak salmıştım. Abuk sabuk ne kadar kitap varsa bu konular üzerine okumuş, kendime yeni bir yol arayışına adamış, huzuru meditasyonda bulabileceğime inandırmıştım kendimi. Saçma sapan kurslar, seanslar ve müziklerinde bir etkisi olmadığını görünce daha beter küsmüştüm hayata. Mutsuzluk benim kaderim diye dertlendirmiştim kendimi.

Bugün güzel bir güne uyandım. Güzel şeyler olduğundan değil, ben güzel hissettiğim için öyle olan bir güne...  Dumanı üzerinde tüten mis kokulu kahvemi de aldım yanıma ve oturdum bilgisayar başına. Gündelik rutin olarak bir kaç haber sitesini gezindim durdum yine. (Not: Hiç bir internet gazeteciliğini parmağımı yalayıp sayfalarını değiştirdiğim gazeteleri okumaya değişemem.) Ekranımın sağ alt köşesinde kalan bir makale dikkatimi çekti daha sonra. Huzura ermek ve günlük streslerden kurtulmak için yazılan bir makale. Üşenmemiş, araştırmış  madde- madde yazmışlar. Hepsi bilindik ama asla uygulamadığımız zırvalıklarla dolu. Maddelerin birinde, her insanın günde mutlaka 15 dakika sessiz bir ortamda gözlerini kapatıp hiçbir şey düşünmeden kendisini dinlemesi gerektiği yazıyordu. İyi güzel hoş diyorsunuz da yani, bu pek mümkün olan bir şey değil ki. Bırakın 15 dakikayı 2 dakika sessiz bir ortam bulamıyorum ben. Hadi diyelim böyle bir ortam bulundu, bu seferde hiçbir şey düşünmeden beynimi ve kendimi dinlemem imkansız. Uyurken bile yapamıyorum ben bunu kaldı ki birde uyanıkken!

Yine de işi gücü bir köşeye bıraktım. Kahvemin son yudumunu da afiyetle boğazımdan geçirirken sessiz bir ortam yaratmaya çalıştım kendime. Televizyonu kapadım. Arka odada çalan radyonun fişini çektim. Bilgisayarın fanı dahi ses çıkarmasın diye onu da telefonumla beraber komple kapatıp sessizliğe gömmek istedim kendimi. Bacaklarımı uzatıp, kapadım gözlerimi usulca. Düşünmemeye ve beynimi yormamaya çalışsam da tabii ki başarılı olamadım. Öyle bir adapte olmuşum ki çünkü sessiz bir ortam yaratacağım diye. Dışarıdan engel olamadığım bir sürü sese karşı yenik düştüm. Ne yaparsam yapayım o sessizliği yakalayamadım.

Beceremediğim sessizlik içerisinde sinirle gözlerimi kapatırken tuhaf bir şey oldu sonra. Aniden çocuk oldum ben. Çocukluğumda buldum kendimi. Annemin beni zorla yatırdığı öğlen uykularında gözlerimi yumup uyumaya çalışırken kulağıma dolan sokak sesleri misafir oldu penceremden içeriye. Çocukların oynadığı topun ayaktan ayağa geçerken çıkardığı o ses, arabaların sesleri, komşunun balkonda içtiği çayın kaşığının bardakta dönerken çıkardığı o şıngırtı, çocukların gülüşme sesleri, parktaki salıncağın gıcırtısı.. Sinirle kurtulmak istediğim onca sesin ne kadar güzel olduğunu ve o güzel çocukluğumdan kalma olduğunu fark ettim o anda. Daha da önemlisi duyabilmenin ne kadar güzel bir şey olduğunu algıladım. Belki de ilk defa...

On parmağı yerinde olan bir insanın durduk yere parmaklarını sevdiğini ve onlar için şükrettiğini hiç görmedim ben şu zamana kadar. Bende hiç düşünmedim bu şekilde. Nasıl olsa vardı çünkü. İnsan yok olan şeyleri var etmek için o kadar çaba gösteriyor da var olanların kıymetini başına kötü bir şey gelmeden bilmiyor ne yazık ki.. Ayrılınca değerlenen sevgili, cebinde paran kalmadığı zaman biten ekmek, kötü bir kaza sonucu kaybettiğimiz bir organımız gibi... Varken önemsiz yokken değeri anlaşılan...

Ben bugün 15 dakika boyunca oturup hiçbir şey düşünmeden beynimi dinlendiremedim belki ama 15 yıl öncesindeki çocukluğuma gidip o güzel günleri düşünerek huzur bulabildim bir şeylerden. Ve daha sonra eksik olduğunu düşündüğüm her şeyin aslında bir fazlalık olduğunu ve ben istediğim sürece onları elde edebileceğimin farkına vardım. Çünkü ellerim vardı benim, duyabilen kulaklarım, gözlerim ve düşünebilen bir beynim.  Ve oturup uzun uzun şükrettim Allah'ıma eksiksiz yaratıldığım için.

Ve anladım ki dünyanın en büyük meditasyonu, en etkili terapisi şükretmekmiş, elinde olan tüm güzelliklere..

İyi ya da kötü yaşadığım her ne varsa şükürler olsun. Beni yaratan beni ben yapan tüm sebeplere sonsuz teşekkürler...

 

 


22 Mayıs 2016 Pazar

ADINI SEN KOY

Yorgunum. Aklımla, kalbimle, yaşadıklarımla, hatalarımla ve görülmeyen doğrularımla.. Tamamen yorgunum. Etimden kemiğime kadar, ayak parmaklarımdan saç diplerime kadar tükenmiş durumdayım artık. Bu belirsizlik içinde bulunduğum durum genç yaşımda saçlarıma karlar yağdırdı, aklımı başımdan aldı uzak diyarlara fırlatıp attı sanki.

Üç ayı geçti ayrıyız sevdiğim adamla. Bunu da o kadar çok yazar oldum ki artık okuyan ve takip eden herkes çok net biliyor zaten. Gerçi son bir buçuk ayı es geçiyorum. Nasıl bir ayrılıksa bu, haftada en az bir iki defa görüşüyoruz. Her gün konuşuyoruz. Arada ölçüsünü kaçırıp birbirimize hesap falan soruyoruz, kıskançlık krizlerine bile giriyoruz. Hatta birkaç kez evlilik hayali vs. kurduk desem yalan olmaz. Öyle bir ayrılık içerisindeyiz. Eee son bir buçuk yıllık birlikteliğimize baktığımız zaman “normal bir ilişkimiz olmadı ki normal bir ayrılığımız olsun” demeden de geçemiyorum hani.

Geçen gün bizim malum kız grubu ile dertleşiyoruz. Yine konu dönüp dolaşıp bize geldi. Zaten töbe olsun bu kızlar benim kına gecemde göbek atmadan bırakmayacaklar peşimi. Durup durup dürtüyorlar o yüzden. Oturdum anlattım bende en ince ayrıntısına kadar. Hepsi tek bir ağızdan “ee kızım siz baya baya sevgilisiniz” dediler. Neremiz sevgili yaa bizim? Adam artık zırt pırt benim olduğum yerlerde bitmiyor, geceleri evimin önüne gelip son ses bizim şarkımızı çalmıyor, istediğim zaman istediğim kişi ile dışarıya çıkabiliyorum, her dakika resim - konum atıp durmuyorum, canım sıkılınca adamı didikleyip olmadık şeylerin hesabını soramıyorum.. blaa blaaa blaaaa.. Uzarda gider bu liste. Kızlar öyle bir dikip gözlerini manyakmışım gibi baktılar ki bana. Oturdum düşündüm bende. Sahi ne saçma sapan bir ilişki içerisindeymişiz ya biz. Şu an içerisinde bulunduğumuz durum normali aslında. Olması gerekende bu. Ama biz her şeyi o kadar anormal yaşayıp tükettik ki o yüzden tuhaf geliyordur belki de bize. Birbirimizin yaşam sahasına o kadar fazla müdahale etmişiz ki birlikteliğimiz zamanında şimdi kendimize ait bir yaşam kurunca ayrıymışız gibi geliyor bize.

Peki biz şuan birlikte miyiz? İşte onu tam bilmiyorum. Sevdiğim adam karşımda oturuyor  ve ben ona AŞKIM diyemiyorum. Durduk yere sarılasım geliyor kocaman, kollarımı açıp yaklaşamıyorum. Bazen ona sonsuz ihtiyacım oluyor, “yanıma gel sana ihtiyacım var” diyemiyorum. Tamam, özgürlük güzel şey ona diyecek bir şeyim yok tabii ki ama bu belirsizlikte beni gün geçtikçe daha da çok tüketmeye başladı artık.

O kadar başıboş bir hayat sürdüm ki artık sapasağlam durmak istiyorum durduğum yerde. Güvenmek istiyorum birine. Güvende hissetmek istiyorum kendimi. Arkamı döndüğüm zaman sırtımı yasladığım kişi kim bilmek istiyorum. “Acaba” ile geçirmek istemiyorum artık günlerimi. Evim, yuvam belli olsun istiyorum. Evlilik Amerika ise ben Mekke’ydim belki ama ben artık bir aile olmak istiyorum. Amerika’yı keşfetmek istiyorum bir kerede. Bir kerecik olsun “bu benim” diyebilmek istiyorum artık…

Adı her ne olursa olsun bu belirsizlikten kurtulmak istiyorum. Yolumu çizmek için bana ışık olsun istiyorum. İçime Müslüm Gürses kaçmışçasına bağırıyorum durmadan.. Adını sen koy, adını sen koy…

Gelecekteki Sevgiliye Not: Gel bul artık beni. Benim sensizliğe gücüm kalmadı.

Gelecekteki Sevgiliye 2. Not: Gelirken yarım kilo çilek al getir. Şey… Canım çektide..


21 Mayıs 2016 Cumartesi

YENİ YIL TOTEMİ

Yeni yıla nasıl girersen öyle devam eder derlerdi de inanmazdım. Zaten inanmadığım ne varsa acı gerçekleriyle çarpıyor son zamanlarda suratıma. Bu da onlardan biri olarak tarihime kazınsın öyleyse...

31.12.2015 gecesi dışarıda lapa lapa kar yağıyor. Çam ağaçları gelinlik giymişçesine dolanmışlar kar beyazına. Ailemle mutlu mesut yeni yılı kutluyoruz. Öyle bilmem ne otelin bilmem ne balo salonunda falan değil hee yanlış anlaşılmasın. Bizim evin 15 m2 salonundayız işte. Televizyonda Sibel Can, elimizde çerezler, dizimizin üzerinde tombala, toplanmamış, ortada kalmış yemek masası falan. Saat  00:00 olsunda yeni yıla girelim heyecanından çok "Piyango bize çıkar mı acaba?" heyecanındayız. Bir yandan sevdiceğime aşklı - kalpli - öpücüklü mesajlar atarken bir yandan da ailemle güzel bir akşam geçiriyorum. Her şey yerli yerinde, olması gerektiği gibi. Sevgilimle extra iyi geçiniyoruz o gün. Eee malum seneye nasıl girersen öyle devam eder diyorlar (işte burada tutmadı totem)  birde yılın son gününün içine etmeyelim diye hiç tripli kavgalı olaylara bulaşmıyoruz ikimizde. Birbirimize güzel güzel fotoğraflar-videolar atıyoruz, sohbet ediyoruz,gülüyoruz vs. tam bir sevgi pıtırcığıyız. Ahh birde whatsapp kitlenmeseydi iyiydi de neyse. İçimde kocaman bir şükür var. Öyle büyük şeylerde gözüm yok benim. Şu huzurum kaçmasın yeter dercesine gülümsüyorum fotoğraflarda. Yılbaşı resimlerine bakınca aklımda kalan güzel anlar bunlar.

Hayatta neyim dört dörtlük oldu ki sanki bu olsun. Fotoğraflara yansımayan sancılarım, ağrılarım ve can çekişlerim var birde. Buz dağının görünmeyen yüzü yani...  O gün gündüzden başlayan ağrılarım, yakınmalarım tüm gece bırakmadı peşimi. Ama nasıl canım yanıyor var ya çocuk gibi ağlıyorum çektiğim ağrılardan dolayı. Bakıyorum fotoğraf çekiliyoruz ya hemen siliyorum gözümün yaşını, 32 dişimi birden gösterip sırıtıyorum. Flaşın etkisi geçer geçmez yine bir köşeye geçip ağrıdan avucumu falan ısırıyorum. O kadar berbat bir durumdayım. Kimsenin gecesi mahvolmasın, "Diana yine bir huzursuzluk çıkardı" demesinler, gecemiz ziyan olmasın diye ağrı kesici ne bulduysam içtim, sesimi çıkarmadım tüm gece. Sabahı da gecesinden farksız oldu haliyle. Bir hafta boyunca yediğim serumun, aldığım ilacın, raporun haddi var hesabı yok.

Nasıl bir etki bıraktıysa üzerimde yılbaşı halen kurtulamadım bu durumdan. Yılı yarıladık sayılır. Güzelim 2016 aşkla- parayla - huzurla geçsin diye beklerken hastalıkla tüketti beni resmen. Son altı aydır 15 serum yemişimdir çok rahat. Sayısız antibiyotik, kutu kutu ağrı kesiciler, açılan damar yolları, yapılan tahliller,yaralanmalar... Civardaki tüm hastanelerin acil hemşireleri ile kanka muhabbetine girmeye başladım artık. Bir hafta görmeseler beni artık tamamen öldüğümü falan düşünmeye başlıyorlar. O derece vahim bir durumdayım anlayacağınız.

Gerçi ben oldum olası daha bebeyken bile böyle çıt kırıldım hemen hasta olan bir tipmişim ya neyse. Dün geçmiş olsuna çocukluk arkadaşım geldi. Güya bir keresinde lisedeyken beraber doktora gitmişiz onunla. Ben doktora şikayetlerimi bir saymaya başlamışımda utanmış kapıya çıkmış iki saat bana gülmüş, hastalık hastasıymışım ben diye. Hiçte hatırlamıyorum öyle bir şey ya, öyle diyor kendisi!! Nasıl güldüler üzerime üzerime, hep hastasın diye. Önceden hastaneye gidince check-in falan yapardım artık töbeler olsun ki ne yerimi bildiriyorum ne de bir kişiye söylüyorum hastalandım diye. Adım çıkmış dokuza, inmiyor sekize. Kimin ne dediğini geçtim vallahi "bu kız hep hasta oğlum alma bunu" falan deyip geleceğime mani olacak birileri diye çok korkuyorum artık.

Her ne ise.. Yine çenem düştü. Sonuç olarak yeni yıla nasıl girersin totemi sevgili olaylarında tutmasa da hastalık olaylarında bire bir tuttu sağ olsun. Artık umutlar 2017ye. Serumsuz, ilaçsız, ağrısız kocaman bir ömrüm olur inşallah.  Yinede umudumu kaybetmiş değilim 2016dan. Belki de yarıda kalan altı ay boyunca dünyanın en mutlu, en sağlıklı, en zengin ve en aşık insanı ben olurum, kim bilir? :))
 


11 Mayıs 2016 Çarşamba

YA LAZIM OLURSA?

Daha on bir yaşındayım. Fen bilgisi dersi var o zamanlar. Her gün laboratuvarda veya sınıfta deney yapıyoruz. Deney dediysem pamuğun arasına fasulye koyup ıslatıp büyümesini izliyoruz falan. En fazla dilimizin ucundan et koparıp mikroskopta inceliyorduk yani. ( Ki o zamanlar çok heyecanlı ve büyük bir olay gibi geliyordu bu durum bana.) Neyse efendim ben bir meraklıydım bu deneylere. Akşamdan başlardım daha yarın sabah deney için yanımda neler götürsem diye. Sanki okulda hiçbir araç-gereç yokmuş gibi koskocaman bir deney çantam vardı benim. Çantada değil, bildiğin valiz! Bir insan hiç üşenmez mi her gün piknik tüpü taşımaya? Kaldı ki piknik tüpü ne alaka? Belki lazım olur diye hani.. Çırpı gibi bacaklarımın üzerine devasa okul çantam yetmiyormuş gibi deney valizimi de koluma takıp peşimden sürüklüyordum okul yollarında.  Hiç unutmam diğer sınıflardan birine tahta kaşık lazım oldu da öğretmenim kızmıştı dersi bölüp “öğretmenim tahta kaşığınız var mı, deney için lazımda” diyen çocuğa. “Ne arar evladım bizde tahta kaşık” demişti de kadıncağız ben atlamıştım direk “benim deney çantamda var öğretmenim diye.” Kocaman bir şaşkınlığın ardından gülümseyerek “aferin kız sana, ne varsa sende var” demişti öğretmenim. Onca yükü sırtımda taşımama yetmişti de artmıştı bile o güzel iki cümle.
Yaz tatili olurdu mesela.  Evde herkesin bir valizi varken benim bir haftaya en az dört valizim olurdu. Kitaplarım, oyuncaklarım ( ki hala oyuncaklarımla çıkarım tatile ) kremlerim, çantalarım. Yazın ortasında kışlık kıyafetlerim, ayakkabılarım ne bileyim çakı, tırnak makası, don lastiği..Yaa ne bulursam doldururdum valizime. Elimde olsa komple evi söküp götüreceğim yanımda. O derece takıntılıyım bu konuda.
Her şey yanımda olmalı. Yanı başımda durmalı mantığı var bende. Başka türlü rahatsız oluyorum. Kendimi sürekli eksik hissediyorum. Daima bir yarım kalma psikolojisi var üzerimde.
Sormazsınız da ben sormuşsunuz gibi farz edeyim.  Nereden geldik bu konuya? Geçen hafta telefonumu değiştirdim. Lanet olsun ki Samsung’tan başka bir marka telefon kullanamıyorum. Önceki telefonumun galerisinde 7862 tane fotoğrafım vardı. Mecburen telefon değiştirdiğim için hepsini g-mail hesabıma yedek aldıktan sonra bilgisayarıma kaydetmek zorunda kaldım. Normalde olsa bu işlemleri yaptıktan sonra üşenmeden hepsini yeni telefonuma da kaydederdim.  Ama o kadar gerizekalı bir durumla karşı karşıya kaldım ki. Yeni çıkan Samsung telefonların hiçbirinde arttırılabilir hafıza yok!!! 32 gb. İle sınırlı hepsi. Hangi modele baksam hangisini sorsam tokat gibi aynı cevabı söyleyip duruyorlar yüzüme. Hayır diyorum olmaz, kopamam ben resimlerimden. Ya lazım olursa, ya ihtiyacım olursa?? Onca dosyayı, fotoğrafı, müziği tekrardan yüklesem yeni telefona, mümkün değil kaldırmaz bu sefer tekrardan kasar durur ve hiç anlamı kalmaz telefonu yenilemenin. Yeni ekleneceklere de yer kalmaz ayrıca. Gerçi hepsi g-mail hesabımda kayıtlı. İstediğim an istediğim şeye ulaşabiliyorum. Ama yine de kocaman bir yarım kalmışlık duygusu var üzerimde bir haftadır.
Hayatımdan hiçbir şey silemiyorum. Hiçbir şeyi yok edemiyorum. Yüzümdeki kocaman çirkin lekeyide, bir işe yaramayan onca telefonumdaki bilgiyide, dolabımda beş yıldır giymediğim o sevmediğim hırkayıda, hayatımda bana zarar veren insanlarıda silemiyorum, hepsini çok seviyorum. Hepsi benim ve hayatımın bir parçası sonuçta. Vazgeçemiyorum hiçbir şeyden. “Kopmasın, bırakmasın, gitmesin, kaybolmasın, uzaklaşmasın, hep yanı başımda dursun …” diye diye gırtlağıma kadar doluyum daha yirmi dört yaşımda.
Elimde olsa hala taşırım o piknik tüpünü yanımda. Gel gör ki ben ne kadar kendimi yırtsam da tüm dünyayı avuçlarıma sığdırıp kendime yük etmek istesem de kaldıramıyor insan onca yükü.  Bir makine bile 32 gb.dan fazlasını kabul etmiyorken 32 milyon gb. Olma çabam maalesef ki boşuna. Çünkü insan bünyesi kaldırabildiğinden fazla şeyi üstlendiği zaman ömründen vermiş oluyor ne yazık ki.
Benim gibi düşünen başkaları da var mıdır acaba yeryüzünde?

 Değer verdiğiniz ve vazgeçemediğiniz hiçbir kimsenin, hiçbir eşyanın yanınızdan ayrılmaması dileğim ile.. Sevgi ile kalın.. 

3 Mayıs 2016 Salı

AH BU ŞARKILARIN GÖZÜ KÖR OLSUN!



Müzik ruhun gıdasıdır diye boşuna dememişler. Ki ben müzik konusunda obezimdir biraz. Gerçi ben genel bir obezim ama neyse. Bunun konumuzla bir alakası yok. Hayatımızın her anında her safhasında var müzik. Müziksiz geçirdiğim bir günü anımsamaya çalışıyorum ama hafızam yetersiz kalıyor. Hayatımın en mutlu günlerinde de en acılı, en canlı cenaze olduğum günlerde de bir ses var kulağımda sürekli.

"Ne tarz müzik dinlersin?" sorusundan da nefret etmişimdir oldum olası. Müziğe aşık bir insan için saçma bir soru bence. Kulağıma hoş gelen ne varsa ya da o an beni doğru anlatan her ne ise dinlerim. Seçici olmam bu konuda. Yalnız bazen farkına varıyorum ki her ne kadar benim ruh halimi yansıtan müziği dinleme ihtiyacı duysam da bazen de müziğin beni götürdüğü duygunun içinde kayboluyorum. Çok mutlu olduğum anlarda ciğerimi parçalayacak bir ses duyuyorum mesela kulağımda. Bir bakmışım hüngür - hüngür ağlıyorum. Bazen de tam tersi oluyor. Duygusal yoğunluğun içinde hapsolduğum bir anda olmadık yerde çalan bir oyun havasına kalçalarımı istemsizce kıvırabiliyorum. ( Sanırım içimde bir roman kızı yatıyor )

Bazı insanların görsel hafızası kuvvetlidir. Benim hiç öyle değil mesela. Bir olayı hatırlayabilmem, geçmişe geri dönebilmem için sadece kulağımda bıraktığı müziğe ve burnumda derinlerde kalan kokulara ihtiyacım var. Bazen tek bir şarkı ile dört buçuk yaşındaki halime kadar inebiliyorum düşündüğüm zaman. Ya da birinci sınıftaki öğretmenimin kokusu.. Şimdi duysam şimdi hatırlarım. Binlerce nota yüzlerce koku içerisinden seçerim hemen o günü.. Sevdiğim adam mesela. Bir ordunun içine atın beni gözlerim kapalı bir şekilde. Kokusu çeker beni ona, onunla söylediğim şarkılara.

**************

Fark ettiğim şeylerden biride şu ki; yazı yazarken kati surette müzik dinleyemiyorum. O kadar kapılıyorum ki çünkü o besteye ve notalara. Aklımdan geçenin aksine kulağımın ne duyup ne hissettirdiğini yazar oluyorum bir anda. O yüzden yeni aldığım karar doğrultusunda artık sessiz bir ortamda yazmaya devam edeceğim yazılarımı.

Bu sadece yazı konusunda böyle değil. Hayatımın her noktasında böyle. Erkek arkadaşımla ayrılalı tam yetmiş altı gün oldu bugün. Çoğu zaman ona olan öfkemi yazdım burada çoğu zamanda ne kadar çok sevdiğimi ve özlediğimi. O an ne dinliyorsam ve hangi anımız canlanıyorsa aklımda onu yansıttığımı fark ettim etrafıma. Son zamanlarda sürekli güzel günlerimizin kulağımda yer bıraktığı şarkılar var etrafımda. Nereye gidersem gideyim bir cafe ya da çay bahçesine - radyoda, televizyonda, bindiğim takside, ofiste.. Her yerde onunla aramdaki bağı kuvvetlendiren, beni ona bağlayan şarkılar çalıyor. Tam unuttum, unutacağım ikileminde yüzüyorken kendimi onun limanlarında sığınırken buluyorum yine. Belki de şarkıları bahane ediyorumdur bazı şeyler için. Bilmiyorum. Ama böyle bahaneye de can kurban hani..

Ben bir Barış Manço şarkısında vuruldum sevdiğime. Bir Sezen Aksu yol oldu sevdama. Tam düştüm derken bir Kayahan şarkısında ayakta buldum kendimi yeniden. Ve daha nicesi.. Hepsi sonsuz mutluluk sonsuz anı içimde..



Posted via Blogaway