Bu Blogda Ara

4 Aralık 2016 Pazar

Düşünüyorum. Öyle ise Yokum !

Bizi diğer canlılardan ayıran en büyük özelliğimiz neydi? Düşünebiliyor olmamız mı? Öyleyse ben bir kaktüs olmak isterdim cam kenarında sulanmayı unutulan. Ya da soğukta araba tekerinin altında kardan, yağmurdan kendini korumaya çalışan bir kedi yavrusu. Eminim ki daha az yanardı canım şimdikinden. Düşündükçe sızlayan yaralarıma yenik düşüyorum çünkü. Sürekli bilinmezliklere sürüklüyorum kendimi. Bin bir tane acaba var yüreğimde. Hata aramaktan, geçmişi sorgulamaktan, düştüğüm derin kuyuların karanlıkları ile var olmaktan yoruldum artık.
İnsan sırf düşünmemek için deli gibi yorar mı kendini. Düşünmeye engel olmak için yıpratır mı bedenini. İnsan hiç yok olmak ister mi sorarım size? Ben istiyorum. Engel olamadığım geçmiş düşüncelerim için canımı kancalara takıyorum her gün. Düşünmemek istiyorum çünkü. Bir daha asla açmamak o eski defterleri. Düşünüp iki damla daha gözyaşı dökmemek için.
Birini seviyorsun. Benimsiyorsun. Teni senin tenin, kokusu umudun, gözleri yarınların oluyor. Kendini bir zindana hapsediyorsun ve bir çift cam oluyor karanlığına onun sevgisi. Bedeller ödüyorsun beraber olabilmek için. Yeri geliyor aileni alıyorsun karşına, yeri geliyor dostum dediğin kişiyi siliyorsun tek kalemde. Ardına bakmadan koyuveriyorsun gençliğini önüne. Değer olarak gördüğün her ne varsa güvenip teslim ediyorsun ona. Bazen yalan olduğunu bile bile inanıyorsun iki güzel söze. Bazen de doğruları susturup yalan söylesin istiyorsun sana. Yeter ki kirlenmesin sevgin, gitmesin yanından diye. Ve gün gelip gerçeklerle yüzleşmen gerektiğinde ise utanıyorsun ve kaçıyorsun işte tüm kurmacalardan. Benim gibi…
Hayatım bu kadar güzel bu kadar yolunda giderken yine bir serzeniş yaşıyorum içimde. Yine affedemediğim tüm gerçekler diziliyor vicdan merdivenlerime. Bir zamanlar deli gibi sevdiğim adamla en son ettiğimiz o büyük kavgayı düşünüyorum uzun uzun. Nasıl kendimi kaybettim, nasıl kriz geçirdim de o hastaneye kaldırıldım hala eksik zihnimde. Yediğim sakinleştiricilerden sonra uyuşan beynimi hatırlıyorum sadece. Gözlerimi tavana dikip gözümden akan iki damla yaş ile beraber “Bana Barış’ı getirin, benim ona ihtiyacım var sadece” diye mırıldandığımı anımsıyorum dün gibi. Neden buradayım, kim yüzünden bu haldeyim sorgusuna düşmeden sadece “Barış” diye ağladığım o hastane odasını unutamıyorum hala. Hem yaram hem merhemim dedikleri cinsten benimkisi. Ben seve seve koştum onunlayken tüm hatalarıma. Acımı tatlı, hatamı doğru gösterirdi bana gözleri. Ben razı geldiğim tüm kötü yaşanmışlıkların bedelini ödedim o kriz geçirdiğim odada.
Tam unuttum derken şimdilerde tekrar aklıma gelmesinden dolayı affedemiyorum yine kendimi. Ben içimde benden öte birini öldürdüm, değiştim tamamen. Bir yıl önceki kız çocuğunu toprağa hapsettim. Her anı sevgi dolu olan, umudunu da neşesini de hiç kaybetmeyen, sorgusuzca güvenebilen o kız yok oldu gitti içimde. Şuan aynaya baktığım zaman bambaşka birini görüyorum. Fiziği değişmiş, düşünceleri, hayatı, görünüşü hatta merhamet duygusu bile başkalaşmış biri… Artık bir çocuk değil de koskoca bir kadın gibi duruyorum ayakta. Ve işte zaman zaman eski halime acırken buluyorum kendimi. Hani diyorum şimdiki halim ile çıksam o eski Hilal’in karşısına. O hastane odasından içeriye girsem otursam eski çaresizliğimin başucuna. Silsem gözümden akan iki damla yaşı. Sustursam mırıldandığım o ismi. Saçlarımı okşasam o çocuk halimin. “Hepsi geçecek, boşuna yıpratıyorsun kendini, yapma…” desem. Kendi yaralarıma kendim çare olabilsem keşke. Şuan ne kadar güçlü isem geçmişimde o kadar güçsüzdüm çünkü. Ve düşündükçe o toyluk günlerimi yine durduramıyorum gözümden akan taneleri. Bu aralar sadece kendime merhamet eder, kendimi düşünür oldum yine.
 İşte sırf bu yüzden düşünmek istemiyorum geçmişi. Düşünüp anımsamak istemiyorum eskileri. Sadece önüme bakmak yarınımı kurmak istiyorum artık. Ya da dedim ya bir kaktüs olmak cam kenarına. Belki de tüm hafızamı kaybetmek basit bir film senaryosunda…
Düşüncelere daldığınız ve unutamadığınız tüm geçmişinizin güzel anılar bırakmış olabilmesi dileğim ile ve bir gün başka bir yazının başka bir satır arasında kendinizden bir ben bulabilmeniz umuduyla, hoşçakalın…

20 Kasım 2016 Pazar

Uzun Bir Aradan Sonra...



Heeeyyy!!  Merhaba, ben geldim.

Uzun zamandır uğrayamıyorum buralara, farkındayım. İşim gereği kışın oldukça fazla çalışıyorum. Kendimi unutacak kadar yoğun ve telaşlı oluyorum. Yaklaşık bir hatta bir buçuk aydır başımı kaşıyacak vakit bulamıyorum desem yeridir. Birde üzerine kilo vermeye karar verdim. Hem diyet serüvenim devam ederken hem de bu kadar yoğun çalışınca blogla arama ister istemez sıralı duvarlar örüldü.  Aslanlar kadar çalışıp bir kedi yavrusundan daha az yiyerek yaşamak pekte kolay olmuyor takdir edersiniz ki. Ama bu zaman zarfı içinde yine fazlasıyla yazacak şey biriktirdim kendime. Sezonu kapatıp, işlerimi hafiflettiğim zaman uzun uzun yazacağım size hepsini.

Aslında şöyle bir kırk kilo falan vermeyi bekliyordum size yazmak için ama dayanamadım. Evet, yukarıda da bahsettiğim üzere diyetteyim. Ve toplamda şimdilik on yedi kilo kadarcık küçüldüm. Nasıl oldu, neler yaptım, benim gibi bir pisboğaz nasıl oldu da kilo vermeye karar verdi bunları zaten maddeler halinde dizeceğim vakti geldiğinde. Ama benim sizlerle dertleşmem gereken daha başka konular var şu sıralar. Fiziksel değil de manevi şeyler…

İnsan kilo vermeye başlayınca ister istemez daha çok özen göstermeye başlıyor kendisine. Giyinmek, giyindiğini yakıştırmak istiyor. İşe giderken “bir jean bir de üzerine kazak olsun yeter “diyen ben, akşamdan “yarın acaba ne giysem” diye kafa patlatmalara başladım. Makyaj yapmaktan zerre kadar haz etmeyen biriyken bu aralar sabahın 07:00ında ayna karşısında eyeliner çekerken yakalıyorum kendimi.

Şimdi öyle abartmaya gerek yok, çok mu çok güzel biri değilim öyle. Hatta bana kalırsa hiç değilim. Ama bedenim küçülüp yüzüme iki boya sürünce de yüzüne bakılır biri olup çıkıyorum. Zaten ne demişler; “Çirkin Kadın Yoktur, Bakımsız Kadın Vardır!” Yalnız bu durumun sadece ben farkında değilim sanırım. Hayatım boyunca karşıma çıkmayan ne kadar kısmet varsa, bu sıralar peşimden gelir oldu. Kilolarımın içinde kaybolmam mıydı yani tek sorun? Anlamadım gitti. Haydi kısmetleri bir tarafa savurup atıyorum bu seferde çevremdeki dost – ahbap takımı kafayı benimle bozdu. Annem bile durup durup “Konuştuğun kimse yok mu senin, sen evlenmeyecek misin?” diye baskı uygular oldu. İnsanların benim adıma kısmet arayışlarından, kısmetlerimin de benim adıma gelecek planları yapmasından iğrenti geldi şu sıralar. Geçen gün bir arkadaşımla kahve içiyoruz ve tepkisi şu; “Taş kalpli misin kızım sen, hiç mi hayatımda biri olsun istemez bir insan?”…İster efendim ister de her şeyin bir yolu, adabı var. Ben bir şey sırf olmuş olsun diye istemiyorum ki hayatımda! Bazılarına göre bu durumun benim gururumu okşaması gerekirken şunu fark ettim ki sadece inceden inceye kırılıyorum ben. Her halimle ben yine aynı benim çünkü. Beni olduğum gibi kabul etmeyen herkes bir miktar gurur kırıklığına neden oluyor bende.

Ben giydiğim eteğin yırtmacından, sürdüğüm boyanın, parfümün havasından, dekoltemin derinliğinden etkilenen birini istemiyorum ki karşımda. Ben üzerimde seksi geceliğim yerine çoraplarımı pijamamın içine sıkıştırıp dev gözlüklerim suratıma yapışmış halde elimde kitabımla yatağıma girdiğimde de yanımda uyumak isteyecek bir adamı bekliyorum. Ben kimsenin kolunda kukla gibi taşınmak istemiyorum. Sohbetimi seven, beni her halimle kabul edecek, düşüncelerime ve sevgime değer verecek birini istiyorum. Geciken kredi taksitimden tutunda ailevi problemlerime kadar çekinmeden rahatça anlatabileceğim bir eş arıyorum. Tüm bir Pazar günümü sevdiğim adama yemek yaparak geçirmek istiyorum mesela, görmediğim her saniye deliler gibi özleyeceğim birine hasret duyuyorum. Ben yeniden aşık olmak ve birine güvenmek istiyorum sadece.

İnsan bir kere bir darbe aldı mı ya da sıfıra yakın denecek kadar tüketti mi tüm güzel ve çirkin duyguları, yeniden bazı şeylere başlamak kolay olmuyor ne yazık ki. Blogumu okuyan ve takip edenler benim bu konuda ne kadar bahtsız şeyler yaşadığımı zaten iyi bilirler. O yüzden kendime de bir başkasına da öyle kolay kolay bir şans sunamıyorum maalesef. Doğru adımlarla, doğru yolda, doğru kişi ile yürümek istiyorum yarınıma. Tabii ki bende istiyorum incelen belimi kavrayan bir adam olsun hayatımda. Ama inceldiği yerden kopar ya duygular, bir türlü cesaret edemiyorum bende bu yeniliklere.

Hayatımın ikinci evresi diye değerlendirdiğim bu dönemde, Barış’tan sonra sadece kendime değer verir, kendimi sever oldum. Verdiğim kilo da kendime, aldığım eğitim de, gördüklerimde, öğrendiklerimde…  Kimse için yaprak kıpırdamaz oldu içimde.

Tabii ki bunlar bir daha kimseyi sevmeyeceğim anlamına gelmiyor. “Onunla olmadı onsuzda olmaz”  gibi beylik cümleler kurmuyorum hiçbir zaman. Yaşım daha 24. Ömrümün daha ilkbaharındayım. Yarınlarım güzel, inanıyorum. Benim sadece anlık bir deli cesaretine ihtiyacım var, bir de karşımda sapasağlam duracak bir adama…


Hayatınızdan eksilen tek şey fazla kilolarınız olsun. Tekrar görüşmek üzere…


6 Kasım 2016 Pazar

Gecenin Sensiz Tarafı



Yatağımın sen tarafı soğuk yine.
Bir nefes arıyorum baş ucumda, yoksun.
İçimde bir çığlık, sabah ola hayrola dercesine,
Sen benim en büyük umudumsun.

Sen dolu gecelerimi özlüyorum sık sık...
Başımı yine omzuna yaslamak, sımsıkı.
Yazıpta gönderemediğim mektuplar var sana
Bir ucu yanık, bir ucu yırtık.
Ben hepsini birgün gözlerine okumak istiyorum.

Gelsen şimdi, çalsa yine bizim şarkımız.
Unutsak tüm öfkeleri, nefreti, kini...
Dolansa yine kolların belimin en ucuna.
Yeniden sevsek, kalmasa yerde kanımız.

Seninle olan hayaller bile güzel, yarına kurulan.
Uykudan daha kıymetli, ekmekten daha değerli.
Varsın bu gecede yokluğuna ağlayayım.
Mecnun bile kavuşmuş mu ki leylasına,
Ben sana kavuşayım?


13 Ekim 2016 Perşembe

İlahi Adalet Diye Bir Şey Var !

Geçtiğimiz günlerde başıma üzücü bir olay geldi. Bir anlık dalgınlığımdan faydalanan üç tane Allah’ın cezası kadın cüzdanımı çaldılar. Yüklüce bir param, kartlarım, ehliyetim, kimliğim ve cüzdanımın bir köşesinde sakladığım manevi değerlerimin hepsi gitti. Yaklaşık bir üç gün kadar ağır depresyona girdim. Maddi ve manevi ağır hasarlar bıraktı bünyemde. Ne kadar dövünüp üzülsem de giden geri gelmedi neticede. Sonra oturdum düşündüm uzun uzadıya. Acaba bir yerde bir yanlış yaptım da bu mu çıktı benden diye. Çok şükür haram para girmedi cebime şu yaşıma kadar. Kimsenin parasında pulunda da gözüm yoktur ama belki de bir hata işlemişimdir de ondan gelmiştir başıma bu yaşadığım talihsiz olay.
Ne zaman başıma kötü bir şey gelse oturup istişaresini yaparım olayın. Kendimde hatalar ararım ki ileride aynı şeyi bir daha yaşamayayım diye. Bunu yapmayan her insanda eksiktir biraz benim için. Çünkü insan farkında olmadan bir kötülüğe düşüyorsa bu hatadır elbet ama hatalar tekrarlandığı zaman bu yanlışa girer artık. Hele bir de bile isteye atıyorsan kendini hatalara, bu hata değil yanlışın en büyüğüdür. Birinin canını yakarsan, malına el koyarsan, çalarsan, karşındaki kişiyi mutsuzluğun içine atıp kazık dolu sandalyelere oturtup karşına geçip birde hoppala oynarsan gün gelir o kazıkla sen baş başa kalırsın. Yaptığın her ne var ise misli ile çıkar senden.
Bakınız magazin dünyasına; Demet Şener – İbrahim Kutluay çifti. Zavallı Demet Akalın’a beş albümlük acı yaşattılar. Kadıncağızın gelinliği dahi hazırken, beyazlarını karaya çevirdiler. Yıktılar güzel hayallerini. İhanetin en babasını yaşattılar. Sanki yıktıkları mutluluğun en azılı katilleri değillermiş gibi, sanki bir insanı kandırmamış-aldatmamışlar gibi yıllarca örnek çift numarası çevirdiler. Bol bol –mutluyuz- röportajları verip, örnek aile palavraları sıktılar hepimize. Eeee, ne oldu peki sonunda? Yıllardır kaf dağında gezen o burunları düştü elbet. Demet Şener çıktı açıklama yaptı, yıllardır aldatılıyorum diye bülten verdi basına. Peki şaşırdık mı? Şaşırmadık! Evlilik arefesinde olan bir adamın nişanlısını aldatmasına şaşırmıyorsak, aynı adamın bir gün eşini de aldatması çokta şok etkisi yaratacak bir olay değildi sonuçta.
Tabii birde bunun bir örneği; Brad Pitt – Angelina Jolie çifti var. Koskoca Jennifer Aniston’u kepaze ettiler. Kadının gururunu ayaklar altına alıp şaraplık üzüm gibi ezdiler. Tüm dünyaya “biz aşığız” diye bas bas bağırdılar birde. Herkes unuttu zamanla Jennifer’ın uğradığı ihaneti. Herkes imrendi, özendi Brangeline çiftine. Onlar gibi olmak istedi tüm millet. Dünyaca ünlü “örnek” çift oldular adeta. Gelin görün ki onlarda sonsuz mutluluğa erişemediler. Jennifer Aniston türk olsaydı eminim bu evrede bol bol Demet Akalın şarkıları dinlerdi.
İşin özü bizi yine bir atasözümüz tamamlıyor bu noktada; Ne Ekersen Onu Biçersin! Kimsenin yaptığı yanına kalmıyor çok şükür. Er ya da geç çıkıyor acısı misli ile. Bir vuruyorsun, bin yıkılıyorsun. Sevgili Demet Akalın’ın da bir şarkısında dediği gibi; yarına kalsa da yanına kalmıyor. Acı dönüp geliyor, karmasına takılıyor. Eyyy ilahi adalet! Ne yüce şeysin sen öyle.
O yüzden bende diyorum ki; kim bana ne yaşatır, ne yaparsa Rabbim ona bin mislini versin. İyiliğinde, kötülüğünde…

Kötü insanlardan uzak olabilmeniz dileğim ile, sevgi ile kalın. Bu yazıyı okuyan kişi kalp ben.

2 Ekim 2016 Pazar

Bu Pazar Niye Gelmedin?

Yine bir Pazar, yine bir hüsran avuçlarımda,
Ben bekledim, sen gelmedin.
Üzüntülerime yetişemez oldu haftasonları.
Bu sabah umudum vardı halbuki.
Sabahın körü dilimledim sıcacık ekmekleri.
Ev yapımı reçeli döktüm tabağa, taptaze.
Umutla gülümsedim aynada saçımı tararken.
Az önce pişti yumurtalar,senin sevdiğin gibi.
Gazeteler baş kösede, masanın yanında.
Bulmacaları sakladım kahvaltı sonrasına.
Dünden çektirdiğim kahve kokusu sardı mutfak dolaplarımı.
Şekersiz içersin, unutmadım onuda.
Kayan halı kenarını bile düzelttim,
Geldiğinde herşey kusursuz olsun diye aslında.
Tek lokma yemedim,bekledim uzun uzadıya.
Aldırmadım ikindi vakti olmasını bile, belki gelirsin diye.
Olmadı ısıtırım dedim yumurtaları, tazeden demlerim yeniden çayını.
Hiçbir şey zor görünmez ki gözüme,
Yanımda sen olunca.
Sandalye sırtına devrilmiş başım, uyumuşum sonra.
Zamanın geçtiğinin değilim farkında.
Ben tüm gün bekledim seni,
Uyandığım bir pazar sabahında.
Ömürden bir gün daha geçti,sen olmadın yanımda.
Sahi, bu sefer neden gelmedin?


20 Eylül 2016 Salı

Aşka Dair İşler

Ararsan bulamazsın aşkı. "Ben aşık olacağım" diye yırtınırsan tövbe çarpmaz kalbin bir başkası için. Düşünmeyeceksin. Suya bırakacaksın gidecek, o nasıl olsa bir yolunu buluyor, nasıl olsa bir kıyıda dinleniyor sen farkında olmadan.

Yorucu bir üç yıl var ardımda. Anılarla ve yaşanmışlıklarla doluyum. Bunların karşılığında güzel geçirdiğim bir yaz ayım var birde. Dinlenmiş, ruhen detoksa girmiş, arınmış hissediyorum kendimi. Yalnız bir şey fark ettim son dönemlerde kendimde. Sürekli bir sevmek dürtüsü var içimde. Son zamanlarda kaç kez "Aşık oldum galiba", ya da "Bu sefer aşık olmuş olabilir miyim acaba" diye sordum kendime, hatırlamıyorum bile.

İnsan bir yere kadar sevilmeden yaşayabiliyor ama sevmeden yaşamak imkansız gibi bir şey sanırım. En azından benim için öyle. Ekmek gibi, su gibi. Sevmeliyim, kalbim mutlaka çarpmalı biri için. O heyecan hiç bitmemeli bende, damarlarımda dolaşan kan sürekli kıpır kıpır olmalı gibi. Durum böyle olunca da işte en ufak bir kıvılcımda sürüklemek istiyorum kendimi karşı cinse.

Ama bu sefer akıllandım. Artık olup olmadık sermiyorum sevgimi kimsenin önüne. Pazar malı değil ki sonuçta benim kalbim. Her insan kendisi için vazgeçilmez, herkes kendine göre değerli. Bende öyleyim tabii. Artık karşıma çıkan ilk adama; "Al bu benim kalbim, bunlarda sevgim. Tepe tepe kullan." demiyorum. İlla sevmek duygusu mu aşerdim, kendimi seviyorum. Kendime değer veriyorum. En azından geleceğe yatırım yapmış gibi hissediyorum kendimi böyle olduğunda.

Zaten bakacak olursanız, birine ayıracak zamanımda yok öyle. İşten çıkıp yorgun argın ders mi çalışayım, kendime mi zaman ayırayım, dostlarımla - ailemle mi vakit geçireyim telaşesine yetişemiyorken birine apayrı ayıracak bir zaman dilimine sahip değilim. O yüzden en mantıklısı "hayırlısı" deyip, kendimi - kendimle baş başa bırakmak bu aralar...

Gelecekteki Sevgiliye Bir Kaç Satır;

İnanıyorum. Gün gelecek ve ben farkında olmadan karşılaşacağım seninle. Bir akşam üzeri uzun uzun kitaplar okuyacağız seninle. Ellerimle yemekler yapacağım sana. Hafif çiseleyen yağmurun altında yürüyüşe çıkacağız kol kola. Hayatın takıldığım bir noktasında senin tecrübelerinle ilerleyeceğim yoluma ve sen benim fikirlerime daima önem vereceksin. Sabahlara kadar eğleneceğiz yeri gelecek. Bazen de başım omzunda dinleneceğim günün ortasında. "Seni seviyorum" dememe gerek kalmayacak, anlayacaksın halimden. Sonsuz güveneceğiz birbirimize. Farkında olmadan tanıyacağız birbirimizi. Günün sonunda işten çıkışımız ortak dost meclislerimizin sofralarında son bulacak. Ben en çok hangi yemeği sevdiğini bileceğim, sen nelere karşı alerjim olduğunu, birbirimizin en sevdiği rengi, müzik zevklerimizi, korkularımızı ve telaşlarımızı öğreneceğiz zamanla. Farkında olmadan karışacağız birbirimize ve bir bütün olacağız seninle.

O gün gelecek, inanıyorum. Ve büyük bir özlemle bekliyorum seni. Şu sıralar gelme, izin ver ben biraz daha toparlayayım kendimi. Ama çok fazla da gecikme olur mu? Hasretim sana. Şimdilik sadece hayallerimdesin, gelecekte el ele olacağız, biliyorum.

( Bu yazıyı okuyan güzel insan, sende aşksız kalma, emi ? )


5 Eylül 2016 Pazartesi

LAFIM ERKEK CİNSİNE !

Etrafta bir sürü balon olsun rengarenk. Muazzam bir yemek masası ve masanın tam ortasında ışıldayan şamdanlar. Kırmızı gül yaprakları serpiştirelim etrafına. Deniz manzarası olmadan olmaz tabii. Cam kenarına çekelim lütfen masayı da. Jilet gibi giyinsin beyefendi.  Hop açıversin avucunu aniden. Avuç içine tek taş bir pırlanta konduralım unutmadan da. Ve güveni sonsuz defa kırılmış, kalbi kırık, her şeyin en iyisi ve en kötüsünü birden yaşamış bir kız çizelim tam karşısına da. Ne olur dersiniz bu hikayenin sonu? Yakın mıdır acaba mutluluk yarından? Hiç sanmıyorum...
Güveni kırılmış, gururu incinmiş, her zorluğun üstesinden tek başına kalkmış bir kızı külkedisi masalları ile kandıramazsınız çünkü. Sahte ya da geçici prenses rollerine bürümek, bu insanlarda işe yaramaz. İki beden küçük gelir hayatlarına. Dünya'nın en kolay ama aynı zamanda da en zor işidir onları ikna etmek. Olabildiğine doğal ve olabildiğine alsız pulsuz olması gerekir vaatlerinizin. Bir kere bir darbe aldı mı dişi cinsi, bir kere ayakları yerden 50 metre havalanıp sonra yere tökezledi mi, bir daha kolay kolay yükselmez yerden. Tabii topuklu ayakkabılarını giymesi dışında. Her adam biraz sahte, her mükemmel aşk biraz acizdir onların gözünde. Bilirler çünkü "mutlu aşk" diye bir kavram olmadığını. Aşk; bile bile mutsuzluktur onların kitabında.
En iyisi mi siz kendiniz olun böyle biri ile beraber olmak istediğinizde. Ya da aşırı şaşalı ve abartı kokan şeylerden uzak durup, sadeliği sunun onlara. Ne bileyim işte lame, dore değil de yeşil olsun sunduğunuz renk. Bol huzur içereninden hani. Ya da masadaki peçetenin kumaşının kızın giydiği elbisenin kumaşından daha pahalı olduğu yerlerde olmak yerine, sahilde olun o kişi ile el ele.  Gül yaprakları dökmeyin başından aşağıya da, işte beraber bir ağaç dikin doğaya. En önemlisi de "ölene dek seni seveceğim" gibi saçma bir cümle hatasına düşmeyin karşısında. Tabii gözden de aynı hız oranında düşmek istiyorsanız orası ayrı. Ama ilklerini iliklerine kadar tüketmiş bir kadın asla zıplamaz böyle ucuz numaralara.
Dedim ya kendiniz olun. Her erkeğin aklından geçen ilk şeyi söyleyin uzatmadan. Mesela; "Seninle birlikte olmak istiyorum ama yarına umudum yok seninle" gibi şeyler bile olabilir söyleyeceğiniz. Çünkü siz ne kadar güzel söz söylerseniz söyleyin kadın zaten anlar sizin gözlerinizden ne demek istediğinizi. Sadece kendini aptal yerine koyup, karşındaki erkeği ne kadar aptallaştıracağını merak eder kadın. Ne kadar sahte, ne kadar kendisi, ne kadar yalancı olduğunuzu görmek istediğinden bozmaz sizi sadece. Ve ne kadar çirkin olursa olsun düşünceleriniz, siz doğruyu söylediğiniz kadar yer edinmeyi becerebilirsiniz başından bir şeyler geçmiş kadının kalbinde.
Kadın ne istediğini bilir. Karşındakini izler. Ve ona göre size istediğinizi verir. Bu da benden nasihat olsun erkek cinsine; bırakın artık ıssız adam rollerini kesmeyi. Kokuşmuş, ucuz ve demode numaralarınızı sokuşturun ve bir daha çıkarmayın cebinizden ki oluru olan şeyleri de bozup batırıvermeyin.
Bu kadarı kafidir şimdilik.

Başka bir yazıda görüşmek dileği ile...


3 Eylül 2016 Cumartesi

DÖNDÜM BEN !

Takip edenler bilirler, blogu ilk açtığım zamanlar günde üç - beş defa yazdığım yazılar zamanla haftada iki - üçe düşmüş sonrada ayda iki tane yazsam kar sayılır duruma gelmişti. Bu zaman zarfında yaşadıklarımdan yıpranmış birde tekrar tekrar yazıya dökerek bunaltmak istememiştim içimi. Yalnız son günlerde ne olduğu bilinmez yine uzunca yazasım geliyor. Öyle ki saklamak yerine hissettiklerimi sizinle de paylaşmak, dökmek ister oldum içimi yeniden. 

Bazen yazmak değil de yaşamak ister insanın canı. Öyle bir dönemden geçtim bende. Belki de yazacaklarım tükendiği içindi verdiğim bu ara. Ama o kadar güzel duygular sığdırdım, tecrübeler edindim ki bu dönem içerisinde, şimdi yeniden "yazmak vakti" gibi hissediyorum. Bu blogun en güzel yanı kendimi yalnız hissettiğim anda beni takip eden ve okuyan kişilerin var olduğunu bilmek sanırım. O yüzden ne zaman dertleşmeye ihtiyaç duysam, ne zaman bir şeyler geçse hayatımdan ya da hayatın bir dönemecinden geçsem ben, burada sizlerle konuşurken buluyorum kendimi. Yazmak değil bu benim için, konuşmak ve içimi dökmek sadece. O yüzden neler olmuş hayatımda, gelin beraber bakalım isterseniz.

İYİLEŞİYORUM DEĞİL İYİLEŞTİM BEN.

Hayatımın en zorlu ama en güzel, deli dolu zamanlarıydı 2015. Birini sevdim. Bir daha kimseyi sevmeyecekmişim gibi tüm sevgimi vererek, kendimden, gençliğimden ödün vererek sevdim hem de. Gelin görün ki olmadı. Yürütemedik, beceremedik bir bütün olmayı. Ona soracak olursanız eminim ki elinden gelen her şeyi yapmıştır da benim hatalarımdan dolayıdır böyle oluşumuz. Bana soracak olursanız da tabii ki ben haklıyım. Ama hayat haklıya ya da haksıza değil de kazanan ve kaybedene bakıyor sadece. Biz kaybettik. 2016'nın Şubat'ı, sevgililerin en güzel ayında kopardık bağlarımızı. Aylarca didindik durduk ama yine de kavga - dövüşün ötesine geçemedik birbirimize karşı. Çok suçladım, kızdım, sinirlendim, cezalandıracağım diye olur olmaz hatalar işledim, dilime hakim olamadım kötü konuştum, beddua ettim yeri geldi. O belki hayatına geri dönebildi yeniden başlayabildi de ben uzunca bir süre ben olamadım yeniden. Çok ağladım çok yıprattım kendimi. 

Hayat beni büyük bir dönüm noktasına getirdi sonra. Ya salı verecektim kendimi olmaz uçurumlardan aşağıya ya da silkelenip kendime gelecektim. Ve ne mutlu ki yeniden "ben" olabilmeyi seçtim hatalar içerisinden. Öyle pattadanak  kendine gelemiyor insan bu arada. Onu da peşin peşin söyleyeyim. Kaç blog yazımda yazmışımdır hatırlamıyorum bile. Hayatıma koymaya çalıştığım kurallarımı, artık değiştim edebiyatlarını kaç kez sıktım sizlere kim bilir. Yalan değildi hiç biri. Hepsi yapmak istediğim ama yapamadığım şeylerdi. Yani ben sizi değil de en çok kendimi kandırdım o yazılarda. Tam bir adım atacak oldum yere düştüm, bir adım daha derken çelme yedim bileklerimden, bir adım daha bu sefer muz kabuğuna bastım yere düştüm tekrardan. Ama hiç bir zaman pes etmedim. Bir süre sonra fark ettim ki her düşüşümde bir öncekinden daha hızlı ve güçlü kalkıyorum yerimden. Ve bunun farkına vardıktan sonra da bir bir açılır oldu tüm yollar önüme.

Öncelikle oluru olan şeylere yürümedim de olmazlarımdan başladım hayatımı düzeltmek için. "Hayatta yapmam" dediğim her ne var ise tek tek üstünü çizip çıkartıp attım hayatımdan. Mesela yüzmeyi öğrendim ben bu sene. Yıllarca sudan ödü koptuğu için deniz - kum - güneş üçlüsüne yanaşmadan yaz sıcağının tepesinde kültür turlarına çıkan ben bu sene suya bıraktım kendimi. Gerçi alışması pek bir kolay olmadı ama zamanla su aktı yolunu buldu bir şekilde. Yazın başında ayakları suya deyince "Yetişiiiiin boğuluyorum beeeeen" diye bağıran kız Ağustos sonunda yerini balık gibi yüzen birine bıraktı sanki. Daha sonra bir olmaz dediğim şeye daha el atayım dedim ve dolabımda beklettiğim, kilo almaya başladıktan sonra giyemediğim etiketi üzerinde şortlarıma ve eteklerime geldi sıra. Haziran sonuna doğru ilk mini etekle sokağa çıkışımı hatırladıkça gülüyorum hala. "Herkes bana bakıyor" diye oturup üç - beş saat ağlamışımdır herhalde. Sonra nasıl oldu bilinmez alıştım yeniden cicili bicili giyinmeye. Vardır bazen insanların böyle güven eksiklikleri. Benimde oldukça fazlaydı bu konuda. Yıllarca giymediğim ne varsa hepsini giydim, gezdim güzelce. "Öldürseler önü açık ayakkabı giymem" diyen ben tüm yazı, sandaletlerle, parmak arası terliklerle geçirdim diyebilirim. Ohhh.. İyi ki de yapmışım hepsini.

Para biriktirmeyi öğrendim sonra. Yıllarca har vurup harman savuran ben, kredi kartı limiti her zaman %100 dolu olan ben, alışverişe çıktığı zaman eve dönüş yolunda taksi parası dışında para bırakmadan harcama yapan ben sonunda bir dur demeyi öğretebildim kendime. Daha sonra "Eğitim şart!" dedim ve tüm tembelliklerimi bir kenara bırakıp istediğim Radyo - Televizyon bölümünü kazandım. Yeniden okullu oldum anlayacağınız. Spora yazıldım, yeni kurslara gittim, yemek yapmayı öğrendim. Güzelce bir tatil yaptım. Üç hafta boyunca yepyeni yerler gördüm, farklı iklimlerin havalarını soludum, farklı kıyıların sularında yüzdüm, bambaşka hayat hikayeleri dinleyip farklı insanlarla tanıştım. Yeniden dost olmayı, arkadaş edinmeyi, topluma karışmayı başardım.

 

Ve tekrar işime ve evime döndüğümde gözlerimin bir başka parladığını fark ettim. Ben tüm zehrimi atmıştım farkında olmadan.Kendimi uçurumlardan atmak yerine yeni yokuşlara çıkmayı başarmıştım.  O çok sevdiğimi zannettiğim adamın sadece bir alışkanlıktan ibaret olduğunu, kimseyi kendimden çok sevmediğimi, onca saçma sapan şeyi hem ona hem kendime boşu boşuna yaşattığımı, kendimi aylarca yok yere üzdüğümü ve hayatın gerçekten çok güzel olduğunu anladım. Zihnimi, bedenimi, duygularımı arındırdım tüm kötülüklerden. Dinlendim ve özüme döndüm ben. O kadar çaba gösterirken olmamıştı ama çabalamayı bırakıp akışına bırakınca iyileşmiştim ben...

Kimseye öfkem yok, kimseye kızgın değilim, kimseyi çok seviyor ya da hiç sevmiyor değilim artık. Geçmişteki tüm kötülükleri unuttum. Sanki hiç aşık olmamış, hiç ağlamamış, hiç canı yanmamış gibiyim ben. Önümde kocaman bir ömür, deli dolu bir gençlik var şimdi. Hiç yaşamamış gibi yaşamak istiyorum yeniden her şeyi. Aşık olmak, dost olmak, sırdaş, kardeş, abla, öğrenci... olmak istiyorum yeniden. Sanki ilk defa gibi... Sanki ben yeniden doğmuşum gibi.

 

Not: Sanırım YENİDEN aşık oldum. Bir kaç gün daha bekleyeyim eğer bu saçma duygunun etkisinden kurtulamaz isem mutlaka paylaşacağım sizinle.

Sevgi ile kalın..

 


1 Eylül 2016 Perşembe

Hoşgeldin Sonbahar

Bugün bir farklı uyandığımı hissettim. İki yıl önce taşınıp bir türlü benimseyemediğim, sevemediğim semtimin sokaklarını bile sevdim işe gidiş yolunda. Havada ayrı bir büyü vardı sanki bugün. Ne bunaltıcı bir İstanbul sıcağı ne de soğuktan dişlerini titrettiğin bir hava. Hafiften kollarımda hissettiğim serinlik hissi bile çok güzeldi. Ayılmak için içtiğim bir bardak sıcak çayın buğusuna kapılıp nedensizce gülümsedim durdum sabahın köründe. "Bugün güzel geçecek" diye söz verdim kendime sonra. Ama bu denlisini tahmin bile edemezdim açıkçası.

Öğlen saatlerine kadar hallettiğim işlerimin arasına bir kahve molası sıkıştırmaya karar vermiştim ki tam bu sırada güzelleşmeye başladı aslında günüm. Uzun zamandır görüşmek istediğim ama bir türlü fırsat yaratıp görüşemediğim bir arkadaşımla buluştuk kahve masasında. Konu konuyu açtı, sohbet sırları döktü ortaya. Hani ne zaman bunalıp - daralsam buraya döküyorum ya içimi, ilk defa birine döktüm bu kadar kendimi. Biri ile hele ki ilk defa yüz yüze görüştüğüm biri ile asla bu kadar açık oynadığımı hatırlamıyorum kartlarımı daha önce. Nasıl oldu bilinmez -kırk yıldır tanıyor gibi- bir his oluştu içimde. Utanmadım, sıkılmadım sohbetinden, kasmadım kendimi, bir başkası gibi değil de kendim gibi oldum yanında. Ve ilk defa kulak verdim birinin sözlerine. Anlattıkları, yaşadıkları o kadar hayatın gerçeklerinden ve içtendi ki ilk defa uyasım geldi birinin nasihatlerine. Ne yalan söyleyeyim on saat oturup konuşalım dese kalkmazdım o masadan kolay kolay. Son iki saattir konuştuklarımızı düşünüyorum. Doğruluk payı olduğuna inandığım fikirlerinin altını çizip, kendimi sorguya çekiyorum inandığım gerçekler konusunda. 

Öyle bir zamanda yaşıyoruz ki, ne yazık ki insanın başka bir insana güveni yeşermiyor kolay kolay. Öyle kapılıp birine gidemiyorsun ardından. Çıkar ilişkisi dışında başka bir amaç gütmeyen onca insan arasında böyle güzel insanlarında olduğunu görüyor olmak mutluluk veriyor bana. Ben bugün bir dost edindim kendime. Ömrümün sonuna dek dertleşebileceğime inandığım bir dost. İlk görüşte aşkı bilmem ama ilk görüşte dost olabiliyormuş meğer insan.

Sonrasında peşin sıra geldi güzel haberler. Şimdi tek - tek yazıp nazar değdirmek istemiyorum kendime. Yanlış anlamayın beni ne olur, sizin için demiyorum asla. Ama bazen kendi kendini nazarlar ya insan, benimki de o misal.

Az önce fark ettim ki bugün 1 eylülü gösteriyor takvim yaprakları. Ve anladım ki o yüzden günümün güzel geçmesi bu denli. Baharları ayrı severim ben. İlkbaharda filizlenir yeniden umutlarım ve sonbaharda kitap kokuları eşliğinde kapılırım hayat telaşesine. O yüzden ayrı bir mutluluk var şu an içimde. Hafiften estirdiği rüzgarlarına sığındığım güzel mevsim. Hoş geldin sonbahar. Ne güzel geldin sen öyle. Fark etmedim bile. Ansızın kollarında buldum kenQdimi.  Ansızın yine umut doldu göğüs kafesime.

İyi ki geldin, hoş geldin...

Not: Kim bulup çıkarmış ise "İlkbaharda aşk başkadır" lafını gelsin birde sonbaharda yaşasın da aşkı ondan sonra göreyim ben onu!


29 Ağustos 2016 Pazartesi

YAZLARI KURAK VE SENSİZ

Biz hiç yaz görmedik seninle.
Bir söğüdün dibinde oturup,
Güneşin yaktığı tenimizi dinlendiremedik beraber.
Akşam esen hafif bir rüzgara kapılıp
Sevdiğimizi söyleyemedik delicesine.

Biz hiç yaz görmedik seninle.
Kızgın kumlardan serin sulara atamadık kavgalarımızı,
Papatya fallarına bakamadık sıcak bir temmuz akşamında.
Birbirimize susasak bile sarılamadık sımsıkı,
Gurur durdu hep yanı başımızda.

Biz hiç yaz görmedik seninle..
Kışları hiç sevmesekte kışın sevdik birbirimizi.
Yaz oldu, kaçtık sevgimizden.
Bir hiç uğruna heba ettik kendimizi.

Biz hiç yaz görmedik seninle.
Yağmurdan kaçtık doluya yakalandık her seferinde.
Sevgililer sokaklardaydı tüm yaz boyu el ele
Biz seninle yine dolandık durduk olmazların peşinde.

Biz hiç yaz görmedik seninle.
Sanki güneşi sevmeyen bir çiçekti sevgimiz,
Biz değer verip sevemedik belkide.
Tüm ömür sevebilecekken seni,
Bir mevsime sığdıramadık sevmek kelimesini.


Şimdi önümüz sonbahar.
Sararıp dökülecek yapraklar sevgimiz gibi tek tek...
Sonrası hep acı, sonrası hep kış,
Buz tutacak her yer ama soğumayacak kalbim bir tek..
Seni kimler ısıtır bilinmez ama
Bana içimde sakladığım sıcacık sevgim yetecek.


22 Ağustos 2016 Pazartesi

HER NASİHAT BİR HATA SONUCUDUR

Bu yazıya başlarken saat tam olarak 02:10.Ne yazacağım konusunda da pek bir fikrim yok açıkçası. Yorgunumda aslında. Tüm akşam deniz havası almış olmanın verdiği bir ağırlık var göz kapaklarımda. Yalnız uzun zamandır yazı yazmadığımı fark ettim. Çantasında not kağıtları ile dolaşan, bulduğu her fırsatta bir şeyler yazıp-karalayan, yazdığı şeyleri birileri ile paylaşmaktan mutluluk duyan o kızdan eser yok son zamanlarda. 
Beynim o kadar yorucu dönemlerden geçip sıyrıldı  ki  son iki aydır, o yüzden şuan hangisini yazayım, nereden başlayayım, konunun neresinden tutayım pek bir kararsızım. Dönüp bir kaç eski yazımı okuyayım istedim ilk olarak. Günlüklerime göz gezdirdim. En son duygularımı yazıp sayfalarını gözyaşlarım ile ıslattığım bahtsız günlüğüm... Hani dedim bir fikir oluşur belki de ne yazacağıma karar veririm diye. Son tarih 28.06.2016'yı gösteriyor. Ah benim zavallı günlüğüm, vah benim bahtı kara defterim. Öncelikle senden özür diliyorum bu kadar içini kararttığım ve yok yere dert edindiğim onca şeyle sayfalarını şişirdiğim için. Ne çok hataya sürüklemişim kendimi meğer ben. Akraba diye güvenip sırtımı yasladığım kaç duvar yıkılmış, dost bilip sarıldığım kaç kişiden kırılmışım, yar diye uyuduğum rüya meğer bir kabusmuş. Şimdi dönüp okudukça yaşadıklarımı eski ben olarak gördüğüm şimdiki halim ile alakası olmayan zat-ı muhteremi karşıma alıp ona nasihat vermek sonrada ona kocaman bir sarılıp "Merak etme, hepsi geçti gitti. Artık yeni birisin sen. Daha akıllısın ve daha güçlüsün" demek istiyorum. 
Peki nedir bu nasihatler şöyle bir sıralayalım bakalım bir kaç başlığı;
AKRABA;
Nedir bu akraba denilen şey? Türk dil kurumuna bakacak olursak eğer aynen şöyle izahat ediliyor; Soyca ya da evlilik sonucu birbirine bağlı olan kimseler. Oldukça kısa ve net! Bana soracak olursanız eğer de sayfalarca yazabilirim akrabalık kavramını. Öncelikle direk kötü olmanızı istemesede içten içe kendi ile sizi kıyasa soktuğu için en küçük hatanızda sizi kötüye düşüren ama enteresan bir şekilde kötü gününüzde de yanınızda olandır akraba. Başarılarınıza ve mutluluğunuza en az kendisininki gibi sevinip sonrada egolarını hırsa dönüştüren ve üstünüzden tankla geçmişçesine sizi ezmek isteyendir akraba. Güvenip verdiğiniz bir sırrı yarın onun güvendiği başka birisinden olayları ikiye katlanmış halde duyduğunuz karmaşadır akrabalık denilen kavram. O halde nasıl bir yol izlenmeli diye soracak olursanız eğer bunun en başında az konuşmak, deyimi yerinde ise (az da olsa) çeneyi kapatmak geliyor. Ne diyordu türk dil kurumu; "bağlı olan kimseler"....! Bu yüzden uzak durun, görüşmeyin, etrafınızdan yok edin, yok efendim öyle kişileri görmemezlikten gelin diyemeyeceğim sizlere. Çünkü biz Türk toplumu olarak birbirine -bağlı- bireyleriz. Ama bu demek değil ki özel hayatımızı, başarılarımızı, hatalarımızı, başımızdan geçenleri gidip bülbül gibi bir başkasına şakıyacağız. Asla! Mesafeyi doğru koruyup, herkese haddi kadar güvenip, saygıyı bir an olsun esirgemediğimiz sürece  akraba bağlılığının getirdiği maneviyat kadar da güzel bir hissiyat yoktur hiç bir evde. Bayram sabahlarının, düğünlerin, yeni yıl sofralarının, cenazelerin kolon taşlarıdır akraba bağlılığı. Yeter ki biz saygıda kusur etmeyip kafi miktarda güven arz edelim bağlı olduğumuz kişilere. 
ARKADAŞ-DOST;
Klişeleri pek sevmesem de hayat klişelerden ibaret ne yazık ki. Bunlardan birisi de şudur ki; herkesle arkadaş olunur ama herkesle dost olunmaz. Ben bu hataya çok düştüm. Karşımdaki kişilere her zaman sonsuz değer verdiğim için dostumla arkadaşım arasında hiç bir çizgi olmadı benim. İki gün önce tanıdığım kişiyede çok fazla güvendim, çocukluğumda yediğim içtiğim ayrı gitmeyen en yakınım dediğim kişiyede aynı derecede güven duydum. Bu durum çoğu zaman başımı sert kayalara çarpmama ve ağır darbeler almama neden oldu benim. O yüzden siz siz olun dostunuz dediğiniz kişinin yerini ayrı tutun hayatınızda ve arkadaş olanlarla uçurumların kenarlarında fazla dolanmayın. Dolanmayın ki uçurumdan düşerken "ah-vah" etmeyin benim gibi.
Ayrıca insan ailesini, evladını ve bazı yakın akrabalarını seçemez evet ama arkadaşım dediği kişiyi seçebilir. Arkadaş dediğin adamı vezirde eder, rezil de. ( Bu da başka bir klişe! ) Bizi doğruya da yönlendirir,kötüye de sürüklendirir. O yüzden biri ile arkadaş olup samimiyeti ilerletmeden önce biraz ölçüp tartmalı, hayatında vereceği yeri önemseyip ona göre değerlendirmeli insan.
SEVGİLİ;
Geldik benim en beceriksiz olduğum konuya. Bu konuda ne nasihat verilir pek bir tecrübesiz sayılırım. Kelin merhemi olsa önce kendi başına sürermiş. Gerçi bu aralar benim saçlar biraz gürleşti ne yalan söyleyeyim. Düşe kalka öğrendim sanırım artık koşmayı. Günlüğüme bakacak olursam eğer hangi dalı tutsam kökünü kurutmuşum, hangi gönül "yar olsun" desem yara etmişim kendime. Hep kendimden vermişim, ezilmişim, hor görülmüşüm. Çok sevmişim ama hiç gösterememişim. Azıcık bir sevgimi göstermeye kalksam bu seferde sevilmemişim. Her sayfanın sonunda da yine bir tek ben üzülmüşüm. Ben hep aşka düşmüşüm, aşkın gözünde ise küçük düşmüşüm.
Ama şimdilerde anlıyorum ki aşk diye bir şey yokmuş meğer. Önemli olan sevmekmiş. Asıl değerli olan saygı duymakmış gönülden bağlı olduğun kişiye. Bir başkasının yaşam alanın içerisinde olmak o kişinin yaşam alanını kısıtlamak demek değilmiş. Kıskanmak, fikir alışverişi yapmak, haber vermek, hayatına yön verirken sevdiğin kişiye danışmak, özelini paylaşmak o kişiye ne kadar değer verdiğinle alakalı evet ama bunu diretmek ve abartmak sevgiyi köreltip yok etmekten başka bir şeye yaramıyormuş meğer. İşte tam bu noktada Candan Erçetin'in -Meğer- şarkısı çınlıyor kulaklarımda... "Ben ne çok hata yapmışım meğer..."
Ve asıl önemli olan sevdiğin ve sevgilim dediğin kişiye gereğinden fazla görev yüklemek hataların en büyüğü imiş. Dünyanın en ağır ve en gereksiz sevgi kelimesi nedir diye soracak olursanız eğer hiç düşünmeden -herşeyim- derim sizlere. Hiç kimse bir insanın herşeyi olamaz. Hele ki bu kişi sevgiliniz ise o kişiden herşeyiniz olmasını beklemek hem o kişiye haksızlık hem de size hüsran olur ilerleyen ilişki dönemi içerisinde. Bir baba, bir öğretmen, abi, arkadaş, kız kardeş, tesisatçı, aşçı ne bileyim birden fazla herşey olmasını beklemek bir insandan, bence en büyük bencellik. İşin bence kısmını silin atın gerçekten de öyle. ( Denendi, onaylandı. ) Herkesin yeri ayrı, herkesin sevgisi farklı olmalı insanın hayatında. Biz farkında olmuyoruz ama bunlar küçük görünen ama büyük yaralar oluşturan hatalar ilişkilerimizde. Ondan sonra aşk dediğimiz kavram, İrem Derici'nin - Kalbimin Tek Sahibine- şarkısı ile başlıyorken bir bakmışız aynı şarkıcının -Değmezsin Ağlamaya- şarkısı ile son bulup gidiyor ne yazık ki...

Naçizane tavsiyelerimi okumaya değer görüp vakit ayıran, hatalarıma ortak olan herkese sonsuz teşekkürler. Aslında yazılacak daha çok fazla hata, yanlış,düzeltme var. Ama dedim ya hani yorgunluğun vermiş olduğu ağırlık var göz kapaklarımda. Yorgunlukların ağırlıkları geçer elbette de yeter ki hatalarımızın ağırlıklarında ezilmeyelim. Bu en büyük dileğimdir herkese. Bir gün başka bir yazıda aynı duyguları hissedebilmek umudu ile, hoşça kalın..


Bu yazıyı okuyan kişi kalp ben.

15 Temmuz 2016 Cuma

HASTANE DEDİĞİN VEZİRDE EDER, REZİLDE...!

Bir kadın gözü ile bakacak olursak eğer dünyanın en güzel duygusudur herhalde anne olmak. Herhalde diyorum çünkü o kutsal kısma henüz geçebilmiş biri değilim. Evliliğe karşı ne kadar soğuksam anne olma duygusuna karşıda o kadar hazır ve hevesliyim aslında. Küçükken "Büyüyünce ne olacaksın" diye sorduklarında "Anne olacağım ben" derdim, hiç tereddüt etmeden. Doktor, öğretmen, mühendis olmak aklımın ucundan dahi geçmezdi. O kadar özeldir, anlamlıdır bende anne olmak. Her şeyden üstündür bana kalırsa. Bu nedenle annelik mucizesine erişen tüm sevdiklerimin, arkadaşlarımın, tanıdıklarımın yanında olurum hep bu süreçte.

Zehra Şahin... Çok sevdiğim bir arkadaşımın ablası olur kendisi. Hani bazı insanlar vardır ya; sürekli yüzü gülen, sevecen, sevgi dolu, hayata hep gülümseyerek bakan. Tıpkı böyle biri. Çok severim, pek severim kendisini. Geçtiğimiz günlerde ikinci defa annelik tacına layık görüldü. Bayram tatiliydi, izindi, deniz-kum-güneşti derken dün akşam gecikmeli olarak ziyaret edebildim kendisini. Ve dün geceden beridir istemsizce ürperdiğimi, gözlerimin dolduğunu ve içimdeki üzüntüyü gizleyemiyorum. Duyduklarım karşısında resmen kahroldum. Hem Zehra'nın hem de ailesinin adına...

Sen dokuz ay her türlü hazırlığı yap, hayalleri kur o masum bebeğin geleceği gün için ve sonrasında dikkatsiz bir doktor yüzünden zehir olsun, yıkılsın tüm hayallerin.. İşte alın size bir kabus;

01.07.2016 Tarihinde sezeryanlı olarak doğumu gerçekleşiyor. Doktor gayet ilgili olarak rutin kontrolleri yapıyor, derken toplamda üç şişe serum bitip gidiyor. Tam sekiz saat sonrasında sonda ( harici idrar kesesi dediğimiz şey) çıkartılıyor ve bu sırada git gide artan ağrılar taze anneyi zorlamaya başlıyor. 2 saatte bir ağrı kesici vermeye başlıyorlar. Verdikleri onca ağrı kesiciye rağmen ağlarının bir türlü dinmediğini fark eden doktor ultrasonla kontrol ediyor ve vücudunda gaz olduğunu ve ellerinden bir şey gelmediğini söylüyor. Aile bireyleri de zor bela gaz çıkartacak bir şeyler içirip yürütmeye çalışıyorlar acılar içinde kıvranan anneyi. Ne yapsalar fayda etmiyor ve ağrılar sabaha kadar çok daha fazla şiddetini arttırdığı gibi birde karında gözle görülür ciddi bir şişlik oluşuyor. Bu durum üzerine hastanenin genel cerrahı geliyor ve tomografi çekilmesi gerektiğini söylüyor. Çıkan tomografi sonucunda da "Bir şey yok, gazdır o" gibi komik bir cevap ile karşılaşıyorlar. (Çıkıktır o, kırık olsa duramazsın misali!) Tüm gün yine sayısız ağrı kesici ve ilaç alarak geçiriyorlar günü. Üçüncü gün sabahı taze annenin tamamen nefesinin kesildiğini ve nefes alamadığını gördüklerinde ise hemen oksijen bağlayarak hastanenin yoğun bakım doktoruna aktarıyorlar durumu. Karnının patlama derecesinde olduğunu gören doktor aynı zamanda idrar çıkışının da az olduğunu görüp tekrar sonda bağlayarak incelemeye alıyor hastayı. Daha sonra doğumu gerçekleştiren zatı muhterem doktor hanımefendi gelerek gayet kendinden ve yaptığı işte emin bir tavırda bunu ukala bir şekilde dile getirerek üstelik ultrason ile gerekli kontrolleri yaptığında karnında fazlasıyla su olduğunu ve bunu incelemek için karından su çekmeleri gerektiğini söylüyor ve müdahale ediyor. Böbreklerden şüphelenilerek kadıncağızı apar topar diyalize alabileceklerini söylüyorlar vs. (2,5 gün yüklenilen ilaçlar tüm değerleri düşürüyor tabii!) derken su temiz çıkıyor ve bu seferde üroloji doktorunun bakması gerektiğini ve hastanelerinde bu bölümün olmadığını söylüyorlar bu sebeple en yakın devlet hastanesine sevkini istiyorlar hastamızın. Haseki Araştırma ve Devlet hastanesinde tüm tahliller, testler tekrardan yapılıyor. ( MR hariç, çünkü tüm değerleri çok düşük olduğu için uygun görülmüyor.) Yapılan bir kaç küçük operasyon sonrasında geceyi hastanede geçiren  taze annenin teşhisi sabahında konuluyor. Sezeryan sırasında doktorun mesaneye attığı YANLIŞ bir kesik yüzünden karında fazla su olduğu, tüm sıvıların ve serumların burada biriktiği ve bağırsakların ciddi zarar gördüğü ortaya çıkıyor. Sonrasında üç gün daha hastanede yatışı gerçekleşen Zehra, kendisini biraz iyi hisseder hissetmez doktorların takibi ve izni ile bayramın üçüncü gününde evine, yavrularına, ailesine kavuşuyor...

Olanları hasta yatağında korkular içinde anlatan Zehra'nın elini bir dakika olsun bırakamadım. Tam bu sırada Sıla geldi içeriye. (Zehra'nın  6 yaşındaki diğer kızı.) "Biliyor musun, annem kardeşim doğar doğmaz beni terk edip gitti. Günlerce gelmedi eve. Ama ben çok üzüldüğüm ve çok dua ettiğim için onu bana geri getirdiler" dedi... Şok oldum! Cevap veremedim. Kocaman sarıldım Sıla'ya göz yaşlarımı ondan saklamaya çalışırken... Ve yine aynı zamanda topu topu 14 gündür gözleri dünyaya açılmış Mevsim bebek incecik sesi ile ağlamaya başladı. Belli ki karnı acıkmıştı. Aldığı fazla ilaçlar yüzünden anne sütüyle besleyemediği yavrusunun ağlamasına dayanamayan Zehra'da ağlama başladı bu sefer. Bir anda tuhaf bir şey oldu. Zaten sulu göz olan bende başladım ağlamaya. Ölüm gibi bir şey oldu ama kimse ölmedi anlayacağınız. Ve bir kez daha kahrettim insanın insana verdiği değerin bu kadar az olduğu bu dünyaya. 

Özel hastanelerin hastane kapısından içeriye bir hasta girdiğinde ona canlı para gibi bakmasından, denetlemelerin eksikliğinden, hataların alenen ört-pas edilmesinden daha iğrenç ne olabilir ki? İnsandır, beşer şaşar. Ona diyecek bir şey yok elbette. Yalnız herkesin bir hoşgörü sınırı, çizgisi var. Sen bir hata yap, günlerce o hatayı bulama, sonra başından savar gibi başka yere sevk et tabii bu sırada uzunca bir fatura oluştur yapılan tüm her şey için ve hatta hastane sevkinde kullanılan ambulansa bile ayrıca para iste. Pardon canım da yani, var mı başka bir şey ekleyeyim listeye?

Sorumsuz doktorun ve para göz hastanenin tüm çalışanları bayramlarını aileleri ile güle oynaya tatil yaparak geçirirken hastanenin döner sermayesi haline getirdiğiniz kadın; yavrularından, ailesinden uzakta ölüm korkusu ile geçirdiyse bayramını, ve ciddi hasarlar kaldıysa hayatı boyunca çekeceği kimse bana adaletten bahsetmesin bu ülkede. 

Eminim Atatürk yaşasaydı ve şahit olsaydı bu tar bir olaya, "Beni Türk doktorlarına emanet edin." sözünü silerdi tarihten...

Merak edenler için; bu olay Medilife Beylikdüzü Hastanesi'nde gerçekleşiyor.

Yani diyeceğim o ki; Medilife Beylikdüzü Hastanesi'nden ve Op.Dr. Selda Örnek Hanımoğlu hazretlerinden uzak durmanızı tavsiye eder, sağlıklı günler dilerim.


21 Haziran 2016 Salı

BU ARA NELER OLUYOR?



Uzun zaman sonra yeniden bir şeyler yazma ihtiyacı duydum bugün. Aslında kafamda onca şey var ki yazmak istediğim... Hayat telaşesinden sıyrılıp oturamadım bir türlü bilgisayar başına. Sağ olsunlar, blogumu düzenli takip eden ve beni okuyan hatrı büyük kişiler var çevremde. Tanıdığım ve tanımadığım kişilerden de "ee hani blog ne oldu?" sorusunu duyunca utandım biraz. İlk zamanlar ne büyük heveslerle açtığım blogumu (kızımı) ihmal ettiğimi fark ettim. Öyle hikaye falan yazasım yok, duygusal mesajda verecek havada değilim. Bugün durum özetlemesi yapmaya karar verdim o yüzden.. Son zamanlarda kafamı kurcalayan ne varsa yazayım da kurtulayım hepsinden istedim.

**HOŞGELDİN YA ŞEHR-İ RAMAZAN**

Ramazan ayı geldiğinden beridir başıma gelmeyen olay kalmadı aa dostlar.. Maddi ve manevi büyük çöküşlerin içine girip çıktım resmen. Kendimle alakalı problemler bir yana dursun yakın çevremin ve sevdiklerimin sorunları ile de uğraşmak durumunda kaldım hep. Herkeste bir kaos - bir kavga havası var.  Kimi duysam boşanıyor, kimi görsem kavga ediyor. İnsanların arasında gidip gelmekten, milleti sakinleştirmekten pestilim çıktı artık. "Allah'ımmm" dedim.. "Sen beni sınıyorsun, biliyorum ama ben yinede bırakmayacağım orucumu."  Yani öyle çok din bilgisi olan bir insan değilimdir ama babam hacı olduğundan onun kontenjanından kulak dolgunluğu bir şeylerde biliyorum hani. Karşındaki kişinin huzurunu bozuyorsan, kalbini kırıyorsan, akşama kadar uyuyarak orucunu geçiriyorsan, fitne - fesat yapıyorsan ne bileyim kalbini kötü tutuyorsan zaten oruç tutmanın bir anlamı yok. Bedeni ve zihni temizlemek değil mi sonuçta oruç dediğimiz şey? Sen çevrende zor durumda olan, akşam oldu mu bir tabak yemeği zor bulan kişileri umursamayıp akşama yiyeceğin on tabak yemeğin derdine düşersen, kavga - kıyamet insanların huzurunu bozarsan, yırtık dondan çıkar gibi her halta maydanoz olmaya kalkarsan hiç tutma o orucu. En azından gerçekten ibadet edenleri zor ve müşkül durumda bırakma...!! Hee.. Bir de unutmadan söyleyeyim. Sosyal medyada orucum vs. diye zaman geçsin diye yazdığım iki cümleye takılanlar olmuş. Oruç dediğin gizli tutulurmuş, kul ile Allah arasındaymış.Blaa blaa blaaa.. Ulan, tut da benim kadar tut! Ayrıca ramazan ayı orucu farz orucudur. Hani diyelim Allah için kendi içinden geldi normal zamanda bir oruç tuttun ya da ne bileyim kandilde falan oruç tuttun. Evet, işte o gizli olması gereken bir oruç. Çünkü onu göstermelik değil, Allah rızası için yapıyorsun. Ama farz orucunun bununla hiç bir alakası yok. Uyandırayım istedim.. :)  Rabbim hepimize hayırlı ramazanlar geçirmeyi nasip eylesin inşallah. Son olarak; HERKESİN ORUCUNA KİMSE KARIŞAMAZ!

 

** SWARM'IN MI VAR DERDİN VAR!! **

Önceden foursquare vardı. Swarm falan sonradan peydah oldu hep. O zamanlar ne güzeldi. Bir yere gidince check-in yapardık ve oranın ne bileyim en meşhur yemeği, içeceği falan hep çıkardı. İşletme bilgilerini falan görürdük.  Kaça kadar açık, mayoru kim, resimleri, yorumları falan olurdu hep. Sonradan Swarm'a dönüştürdüler uygulamayı. Ne olduysa da ondan sonra oldu zaten. Birden tinder'e çevirdiler cağğnım uygulamayı. Arkadaşlık sitesi haline dönüşmeye başladı. Nerede bir yer bildirimi yapıyorsun, hooooppp beş dakika sonra 30 yeni arkadaşlık isteği! ( Yeni nesil İstanbul.net! )  Ve bu gelen arkadaşlık isteklerinin hepsi erkek, hepsi evli erkek(!) ve hepsi evli olduğunu GİZLEYEN erkek! Tabii ki adam gibi kullanan insanlarda var uygulamayı. Ama çoğunluk karısından kızından gizli saklı cafede, avm.de kız tavlama peşinde. Buna birebir şahit olduğum ve çevremde gözlenmediğim için çok net bir şekilde söyleyebiliyorum.. Adama soruyorsun, "ee oğlum karın görse başkaları ile konuştuğunu ne olacak?" diye.. Adam gayet rahat bir şekilde "swarmda olan swarmda kalır, nereden görecek ya" kafasında. Ne kadar rahat bu insanlar, anlayamıyorum hiç. Şahsen ben kafaya koydum, bir gün evlenecek olursam eğer mutlaka evlilik sözleşmemde şu madde bulunacak; - Tarafların swarm kullanması kati surette yasaktır!!!

Birde bunlar yetmiyormuş gibi yakın akrabanın swarmda arkadaşlık istekleri var. İsteği kabul etsen iki gün sonra başlayacak "bu kız çok geziyor" demeye. Kabul etmesen bu seferde "kesin bu kız gizli saklı işler çeviriyor" olacak ve küsecek. Aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık anlayacağınız... O yüzden acımadım, yıllardır kullandığım hesabı tek seferde tamamen sildim. Nasıl bir rahatlıkmış yahu bu! Neden daha önce silmedim ki diye kendime çok kızıyorum iki gündür. Ayrıca kime ne benim ne zaman nerede olduğumdan!!!??? Yine de uygulamayı kullanmaya devam eden kız arkadaşlarım için bir gün mutlaka madde madde swarm kullanma kurallarını yazacağım.. Söz veriyorum.

** RÜYALARDA BULUŞALIM **

Tam uykularım düzene girdi, artık abuk sabuk rüyalar görmüyorum demeye başlamışken yine saçma sapan kabuslar görmeye başladım. Normal zamanlarımda da yaşadığım ve okuduğum her şeyden çok fazla etkilenen bir insanımdır zaten. Ama bu ara durum iyice sapıtmışlık durumunda. Rüyamda sürekli Atalay Filiz'i görüp duruyorum. Karanlık, ucu bucağı belli olmayan, eskimiş asfalt bir yol üzerinde yürüyorum. Birden karşıma Atalay Filiz çıkıyor. Tam bıçakla üzerime saldırıp kafamı kesecek oluyor ki arkadan Çilem Doğan geliyor ve beni kurtarıyor. İzlediğim haberlerin nasıl etkisinde kalıyorsam artık, sürekli bu kabusları tekrarlayıp duruyorum uykularımda. Bu arada o manyak adamın yakalanıp hapse tıkıldığına ne kadar çok sevindiysem Çilem Doğan'ında özgürlüğüne kavuşmasına o kadar çok mutlu oldum. Bu ülkede bazen de olsa adaletli şeyler oluyor olması bir avuç umut oluyor insana..

** GELME 27 HAZİRAN, GELME **

Tanıştırayım, 27 Haziran. Doğum günüm olur kendisi... On sekiz yaşımdan sonra her sene başıma bela aldığım, normalde ne kadar neşeli olursam olayım o anlamlı günde mutlaka aksilikler denizine atıldığım, en çok ağladığım, en zorlu günüm... Küçükken böyle değildi. Daha yıl başından başlardım doğum günümün hayalini kurmaya ve hayal gibi de geçerdi gerçekten. Her istediğimin yapıldığı kendimi pamuk prenses gibi hissettiğim doğum günlerim var çocukluğumda. Gelin görün ki büyümeye başladıkça değişti işler. Başta beklentilerim olduğundan üzüldüğümü anladım doğum günlerimde. Sonra kimseden hiçbir şey beklememeye söz verdim kendi kendime. Bu seferde olmadık şeyler geldi başıma hep. Ya bir ölüm haberi aldım, ya ayrılık acısı çektim ya da oluru olmayan bir şey oldu, geldi o da beni buldu!

Birde facebook geldi mertlik bozuldu. Doğum günümde bir bakıyorum duvarıma, üç yüz tane doğum günü mesajı var. Hani doğum günümü bilip gerçekten kutlamak için kutlasalar gam yemeyeceğim. Facebook zorla dürtüyor, mesaj gönderiyor - bak bugün şunun doğum günü bir kutla da sevinsin gariban -  diye... İnsan çelişkiye düşüyor bu sefer. Acaba gerçekten hatırladı mı sorgusuna düşüyorsun. Yakın çevrem ve ailem dışında öyle pek kişi bilmez ve kutlamaz gerçek anlamda doğum günümü. Heeee.. Bak şimdi hakkını yiyemeyeceğim. Babamın tatlı mı tatlı, tonton mu tonton bir yengesi var. Kadın maşallah, takvim gibi kadın. Her sene arar, kutlar. Unutmaz asla. Tüm sülalenin doğum günlerini ezbere bilir. Birde yetmezmiş gibi ünlülerin doğum günlerini ezberler. Hiç unutmuyorum bir gün oturuyoruz, birden "Aaaaaaa" dedi.. "Bugün Engincan'ın doğum günü." " Engincan kim yenge, bizim ailede öyle biri yok ki?" dedim. Meğer Sibel Can'ın oğlundan bahsediyormuş... O yüzden gerçekten doğum günümü kutlayanlar arasında saymadan edemeyeceğim tonton yengeyi.

İşin özü korkuyorum doğum günlerinden. Sanki başıma bir iş gelecek, üzüleceğim, canımı sıkacaklarmış gibi hissediyorum sürekli. 26 Hazirandan sonra direk 28 Hazirana devam etsek ne olur ki sanki... İstemiyorum hiç o günün gelmesini. Hem insan bir yaş daha yaşlanmanın neyini kutlar ki canım? Tamamen saçmalık...

Elimde olsa çocukluğuma dönmek isterdim şimdi. Annemin cam sürahilerde portakallı, vişneli Tang yaptığı, pastamı babamın kucağında kestiğim, tek derdimin Barbie bebeklerim olduğu o güzel günlere dönmeyi çok isterdim...


17 Haziran 2016 Cuma

AŞK MÜMKÜN MÜDÜR HALA?

Bu sabah gazetelerin üçüncü sayfasına haber olmuşçasına gibi bir ruh hali içinde başladım güne. Üzerimde kocaman bir bilinmezlik ve taşınmaz bir ağırlık var. Canım nasıl yanıyor bir bilseniz. Sevgim nasıl bir yük yaratıyor omuzlarıma.Ne yapacağımı nasıl davranacağımı bilemez bir haldeyim.

Sevdiğim adamın sesi kulağımdaydı tüm gece. "Sevdiğim kadın" dedi durdu sabaha kadar. Benden bahsetti. Oturduk ağladık, kavga ettik, öfkelendik, duygulandık, hırslandık... Sonunda yine kendimize zarar verdik.

Her ne kadar artık cesaretim kalmamış  olsa da bazı şeyleri toparlamaya, onsuzda olamayacağımı adım gibi biliyorum. Madem onsuz olmuyor o zaman bir olurunu bulayım diyorum. Yok, o da olmuyor. Ne böyle senle ne de sensiz.. diyordu bir şarkıda. Ne onunla bir bütüne yarım olabiliyoruz ne de ayrıyken yarım kalmışlık duygumuzu bastırabiliyoruz içimizde. Bizimki de o misal...

Bazen kendi ellerimle gömesim geliyor onu kalbimin en derinlerine. Olmazlarımızı örterim, hataları atarım toprak niyetine diyorum üzerine. Sonra kıyamıyorum. Alıyorum başını göğsüme yaslıyorum hayalimde. İnsan nasıl kıyar ki sevdiğini yaşarken öldürmeye? Yapamıyorum. Ne yokluğuna dayanabiliyorum ne de varlığına katlanabiliyorum. Ben her gün biraz daha eriyorum sevgimle beraber kendi içimde.

Hayallerim, sevgim, canımın sızısı, eksikliğim.. Yine kocaman bir acı çemberi sardılar etrafıma. Kime, neye inanacağımı bilemez bir haldeyim. Güvenim kırık, içim buruk, canım çok yanıyor. Annemin kollarına ihtiyacım var gözyaşlarımı silmem için. Ve beni sımsıkı tutup kaldıracak sağlam bir çift ele. Sevdiğim adamın ellerini yeniden güvenle tutmak, avuçlarında kaybolmak istiyorum yeniden.

Sahi, aşk mümkün müdür hala?

 


2 Haziran 2016 Perşembe

ÇENEM KOPSUN EMİ!

Çenesini tutmayı beceren, özel hayat kavramını yerini oturtmuş olan, her türlü haltı yediği halde herkesin gözünde prenses ve prens olan insanlara oldum olası imrenmişimdir. İmrenmekle kalmayıp fazladan birde kıskanmış ve nefret etmişimdir. En basitini örnek vereyim bak. Kızın biri gidiyor el - ayak parmaklarının toplamı kadar erkekle birlikte oluyor. Yiyor, içiyor, geziyor. Fazladan birde fiti fiti olaylarına giriyor. Gününü gün ediyor anlayacağınız. Ama bir bak kızın facebook sayfasına, bir tane resim - yazı bir şey yok. Anca akraba düğünlerinde çekildiği pozlar, annesinin altın günü arkadaşlarıyla yorumlaşmaları vs. Kız geçen hafta hangi evde uyandığını dahi hatırlamıyor ama bunu bir Allah'ın kuluna da (yakın arkadaşları dahil) belli etmiyor. Dönüp birde kendime bakıyorum. Ulan! Topu topu bir kişi girmiş hayatıma doğru düzgün. Ama bir salak benim ya hani. Her yerde resimlerimiz, yazılarımız, yorumlarımız. Gittiğim her ortamda onu anlatmalar vs. Birde yetmiyormuş gibi herkesle dertleşmeler, güvenmeler sırrını paylaşmalar.  Eeee ne oldu sonuç olarak? Şimdi o kız namus bekçisi de ben yollu mu oldum? YOLARIM O KIZI, GÖSTERİRİM KİMİN YOLLU OLDUĞUNU! Sevmişim, aşık olmuşum bir kerecik ne var bunda? Ama işte böyle olmuyormuş bu işler. Çeyrek asır geçti gitti hayatımdan, daha yeni yeni dank etmeye başladı bir şeyler kafaya.

Oldum olası çenesini tutmayı becerebilen ve nerede ne konuşmasını gerektiğini idrak edebilen biri olamadım zaten. Daha küçüğüm, yedi yaşlarında falan... Annem eş - dost kim varsa çağırmış 5 çayına. "Kızım babaanneni sen ara seni kırmaz, söyle o da gelsin" dedi. Bende aradım tatlı tatlı çağırdım babaannemi. Oda yani istemem yan cebime hallerinde. "Yok" dedi "Gelmem ben". Telefonu karnıma yaslayıp anneme seslendim bende "Anneeee babaannem gelmem" diyor diye. Annemde "Aman ya gelmezse gelmesin, onunla mı uğraşayım yani" dedi. Peki ben ne yaptım dersiniz? Aldım telefonu kulağıma, "Babaanne annem gelmezse gelmesin, keyfi bilir diyor" dedim ve yüzüne kapadım kadının. Babaannem bir ay trip ve extra kaynanalık yapmıştı anneme de bende bir dünya terlik yemiştim her haltı yumurtluyorum diye.

Bir keresinde de yine küçüğüm. Sabah bir uyandık, babam telaşla aranıp duruyor evin içinde. Adamın ne cüzdanı duruyor yerinde ne arabanın anahtarları ne de cep telefonu. Annemle tüm evi aradılar, taradılar bulamadılar. Eyvahhh!! dedik eve hırsız mı girdi yoksa. Babam delirmek üzere. "Ya hırsız bir tek beni mi gördü koskoca evde" diye delleniyor adamcağız. Ben - eve hırsız mı girdi acaba- lafını duydum ya, tutabilirler mi daha beni yerimde...Hemen koştum sokağa. Ne kadar konu- komşu, bakkal, manav çevrede kim varsa yetiştirdim hemen. "Biliyor musunuz bizim eve hırsız girdi, sizlerde dikkatli olun bence" diye. Yarım saat sonra herkes kapıya dayandı annemlere "geçmiş olsun, nasıl oldu" demek için. Meğer annem gece uyku sersemi babamın pantolonun ceplerini boşaltmadan atmış makineye. Annem kaç kişiye laf anlatmak zorunda kaldı benim yüzümden, bir bilseniz. Ve tabii kaçınılmaz son havada uçuştu yine terlikler çenemi tutamadığım için.

Daha bunlar gibi nicesini sayabilirim. İşte böyleyim ben. Herkes her şeyi bilmeli gibi hissediyorum nedense. En ufak bir olay olsun hemen anlatmalıymışım gibi... Küçükken de böyleydim, büyüdüm hala aynıyım. Bir şey olur olmaz yetiştirmeliyim herkese. Kimseden gizlenmemeli hiçbir şey. Ya hu, bir dur bir bekle. En azından belirli bir noktaya gelsin konular, değil mi ama. Yok, olmaz! O an herkes bilmeli, öğrenmeli.

Geçen gün bir kız arkadaşım evlendi. Kız bir tane dahi olsa resim atmadı internete, hayret ettim. Ben evlenecek olsam facebookta 8 albüm yapar, instagramda 500 tane resim paylaşır, telefonumun şarjı bitene kadar da snap çeker dururum şahsen. Bu nasıl bir cool olma çabasıdır. Bu nasıl bir iradedir insanlardaki anlayamıyorum ki. Her ne kadar bu tip insanlar bana samimiyetsiz geliyor olsa da en doğrusu bu aslında. Kime ne benim akşam yemeğinde ne yediğimden, gittiğim cafeden, sevgilimle sabahları uyandığımızda ki sersem hallerimizden, tatilde neler yaptığımdan, bugün hangi saati takıp ayakkabıyı giydiğimden... Kime ne?

Bunun birde - Erkek Milletine Her şey Anlatılmaz- kavramı var ki tabii ki ben bu noktada da sınıfta kalanlar arasındayım. Önüme her geleni yumurtladığım, tüm özelimi anlatıp kendime kişisel hiçbir şey bırakmadığım ve adamı ne hallere soktuğum durumlar var ki bunları anlatmaya kalksam apayrı bir blog konusu olur eminim. O yüzden bu konuya hiç girmeyip kendimi daha fazla utandırmak istemiyorum.

Kısacası şudur arkadaşlar; ahir ömrümün kısacık gününde bir kez daha öğrendim ki; insanın çenesini tutması gerekiyormuş. Nerede, ne konuşması gerektiğini bilmesi gerekiyormuş. Olup olmadık her yerde olur - olmaz her şeyi paylaşmamalı, dile düşürmemeliymiş.

Ben ettim siz etmeyin, dilinize hakim olun canlarım.

Not: Kimseye de güvenmeyin kendinizden başka!

 

Sevgi ile kalın...


31 Mayıs 2016 Salı

BUGÜN GÜNLERDEN HAYAT ŞARKISI

Tam artık "televizyonda izlenecek bir tane bile Türk dizisi yok" derken Kanal D ekranlarında rast geldim hayat şarkısı dizisine. Böyle kendimden bir parça bulabildiğim şeyleri takip etmeyi seviyorum. Ne bileyim geçmişime götürüyordur beni ya da hayal ettiğim ama asla elde edemediğim şeylerden bir parça buluyorumdur mesela. Bu tarz filmler, kitaplar, diziler... her ne ise.. İçinde bulunmayı seviyorum böyle şeylerin. Kendimi görüyorum. Kendimi buluyorum izlerken. İşte Hayat Şarkısı dizisi de bunlardan birisi benim için.

Bundan haftalar - haftalar öncesine gidiyorum yine. Bunalımımın en ağır dönemlerindeyim. Kimseyle konuşmak, görüşmek, anlatmak, gülmek hatta yaşamak bile istemiyorum. Deliler gibi sevip, aşık olduğum adamla berbat bir şekilde ayrılmışız. Sürünüyorum. Gururumla, acımla, hayallerimle yerlerdeyim. Televizyon karşısına pineklemişim salak saçma kanalları değiştiriyorum. İzleyeceğimden falan değil sadece zaman geçsin diye. Bir sürü kanalı zapladıktan sonra takılı kaldım bu dizide. Baştan aşağı trajedi, entrika ve acı gerçek kokuyor dizi. Halis muhlis Türk dizisi anlayacağınız. Yine de bir şans verip izledim diziyi. Ahmet Mümtaz Taylan'ın şirinliği ve rol kabiliyeti, Burcu Biricik'in mimikleri, Birkan Sokullu'nun gülüşü, Olgun Toker'in almanca aksanı, senaryosu, kurgusu ve dizinin her olaya rağmen ayakta tutmaya çalıştığı aile bağları o kadar bağladı ki beni diziye bir süre sonra bir baktım baya baya diziyi izler olmuşum. Her hafta acaba haftaya neler yaşanacak durumlarına giriyorum. İzledikçe kendimden kesitler buluyorum. Ve kim bana "ne zaman ayrılmıştınız" diye sorsa "Hayat Şarkısı başladığından beridir" diyorum. O kadar milat oldu dizi benim için anlayacağınız.

 Hülya ( Burcu Biricik ) karakterinin yaşadığı hatalarla dolu geçmişi, sevdiği adamla mutlu, huzurlu bir hayat sürebilmek ve onun kendisini sevmesi için karşısına aldığı zorluklar beni çok etkiledi.Olmak istediğim güçlü kadını gördüm o karakterde ben. Çevirmediği durum, bulaşmadığı bela, oynamadığı   oyun kalmadı kadının haftalardır. Ama hepsinin amacı sadece kendisini ve ailesini koruyabilmek ve mutlu olabilmek adınaydı. Ayrıca alışılagelmişin dışında baş rolün kötülüklerine rağmen bu kadar sevilmesi insanda ayrı bir denge yaratıyor ister istemez. Aynı numaraları bir Ferhunde, Firdevs Yöreoğlu, yenge Mukaddes yapmış olsa yerden yere vururduk onları. Bu tabularımızı yıktığı için belki de sevilmiştir bu kadar bu dizi. Kim bilir?

Bazı arkadaşlarım rol model olarak Hülya gibi bir karakterin çizilmesinin yanlış olduğunu savunuyorlar. Neymiş efendim; bu şekilde elde edilir miymiş erkek dediğin? Tam da bu şekilde elde edilir efenim!   Erkek dediğimiz tür;  gözüne bir şeyi sokmadan, bazı kıyaslamaları yapmadan, elindekini kaybetmeden, kıskanmadan, onun için gösterdiğin ve gösterebileceğin fedakarlıkları birebir burnunun ucuna kadar getirmeden kıymet bilen bir varlık değil ne yazık ki.. Eee bu durumda ne oluyor? İster istemez kadın milleti bin bir kurgu, şaşırtmaca, oyun içine sokuyor kendisini.

Yalandan yere kıskandırmalar, "bak giderim hee" tehditleri, karşındakinin ruh halini anlamak için şekilden şekle girmek kimsenin meraklısı olduğu şeyler değil ne de olsa. Erkek net olabilse, ne istediğini bilen biri olsa, her şeyi direkt söyleyebilse, kadınının her dediğini ciddiye alan ve önemseyen biri olsa, gözü dışarıda olmasa, hayatını tek kişilikmiş gibi yaşamasa ve gizli bir kara kutu gibi davranmasa kimse böyle olaylara girmez zaten.

Bir keresinde ismi lazım değil bir arkadaşımla oturuyoruz. Başladı bana nasihat vermeye. Örnekler ile anlatıyor her zamanki gibi. Bir gün annesi ve babası ile beraber dışarıya çıkmışlar. Annesi evdeki mobilyaları değiştirmek istiyormuş, babası ise asla ama asla bir eşya tamamen kullanılmayacak hale gelmeden değiştirmezmiş. Kadıncağız da ne yapsın. Önceden güzergahını belirlediği bir mobilyacının önünden geçerken "Aaaa!! Hadi gel bir fikir almak için bakalım şu mağazaya"  diye kocasını soktuğu mağazada, çok beğendiği bir koltuk takımı için "Hayır ben bunu hiç beğenmedim" diye eşiyle inatlaşıp kocasına aldırmış o koltuk takımını. Ve öyle bir durum yaratmış ki, sanki kocası zorla almış gibi olmuş o mobilyaları... Bana bunu anlatıp daha sonra "Kadın olacaksın, istediğini elde etmeyi bileceksin" öğütleri verdi durdu kendileri. Ama bu kişi aynı zamanda sevgilisini "Sürekli bir oyunlar peşindesin, ben seni anlayamıyorum" diyerek ayrılmak isteyen birisidir.. Bu da apayrı bir konu.

Ben bu entrikalardan yana biri değilim aslında. Çünkü özünde tembel bir kişiliğim var benim. Öyle kafamda kuracağım sonra uygulayacağım, karşımdaki kişiyi ölçeceğim falan olayları bana göre değil. Zaten beceremem de. Çok defa denedim oradan biliyorum çünkü. Her seferinde kendi kazdığım kuyulara kendimi düşürüp toprak örttüm birde üzerime. Ben kim, olay çevirmek kim? Topaç gibi çevrildim durdum sonra.  Ama yinede hak edene de bazen gerçekten oyun oynamak gerekiyor. Eğer azcık kıvırabiliyorsun böyle şeyleri ve karşında Kerim ( Birkan Sokullu ) gibi bir adam varsa acıma kardeşim! Vur belinden aşağıya gitsin. Sonuçta her şey ikinizin  mutlu olması için değil mi?

Sonunda mutluluk olan yolda çekilen acılar haktır neticede. O yüzden aferin kız sana Hülya! Bırakma, devam et bu şekilde. Her hafta yapıştır bizleri de ekrana.

Öyle ki diziyi izlerken yanımda bir bardak limonlu su, bir bardakta tuzlu ayran bulunduruyorum. O kadar heyecanlı ilerliyor ki dizi tansiyonumuz bir yükseliyor bir düşüş gösteriyor, sağ olsunlar. Bakalım bu hafta bizleri neler bekliyor. Fragman oldukça etkiliydi. Eminim bölümde aynı etkiyi uyandıracaktır.

Not: Salı akşamları 20:00'dan sonra telefonuma gelen aramaları kabul etmediğim gibi kapıya gelen misafirleri de kabul etmiyorum.  Peşin peşin söyleyeyim de sonra kem-küm etmesin kimseler.

Sevgiyle kalın.. :)


25 Mayıs 2016 Çarşamba

EN GÜZEL TERAPİ YOLUNU BULDUM!



Yeni kararlar aldığım ve yeni hayaller ile uyandığım günün öğlenden sonrasında, okuduğum bir makalenin üzerine uzun uzun düşündükten sonra yazıyorum bu yazıyı sizlere.

Dün gece oturdum ilk defa gerçek anlamda hayatımı gözden geçirdim. Eksik yönlerimi ve eksilerimi yazdım bir kağıda. Beni mutlu eden şeyleri ve mutsuz olmama neden olanları döktüm önüme. Topladım hatalarımı sonra çıkardım kendimden. Tüm kötülükleri bölüp attım bir kenara. Gerçekleri bir bir çarptım yüzüme. Yetmedi, sağlaması oldun dedim birde, oturdum ağladım bir süre. Ve şunu fark ettim ki ben yetinmeyi bilmeyen bir insanım. Ağzımdan "çok sükür" kelimesi düşmez olmasa da şükretmeyi beceremeyen biriyim ben.

Bir ara meditasyona merak salmıştım. Abuk sabuk ne kadar kitap varsa bu konular üzerine okumuş, kendime yeni bir yol arayışına adamış, huzuru meditasyonda bulabileceğime inandırmıştım kendimi. Saçma sapan kurslar, seanslar ve müziklerinde bir etkisi olmadığını görünce daha beter küsmüştüm hayata. Mutsuzluk benim kaderim diye dertlendirmiştim kendimi.

Bugün güzel bir güne uyandım. Güzel şeyler olduğundan değil, ben güzel hissettiğim için öyle olan bir güne...  Dumanı üzerinde tüten mis kokulu kahvemi de aldım yanıma ve oturdum bilgisayar başına. Gündelik rutin olarak bir kaç haber sitesini gezindim durdum yine. (Not: Hiç bir internet gazeteciliğini parmağımı yalayıp sayfalarını değiştirdiğim gazeteleri okumaya değişemem.) Ekranımın sağ alt köşesinde kalan bir makale dikkatimi çekti daha sonra. Huzura ermek ve günlük streslerden kurtulmak için yazılan bir makale. Üşenmemiş, araştırmış  madde- madde yazmışlar. Hepsi bilindik ama asla uygulamadığımız zırvalıklarla dolu. Maddelerin birinde, her insanın günde mutlaka 15 dakika sessiz bir ortamda gözlerini kapatıp hiçbir şey düşünmeden kendisini dinlemesi gerektiği yazıyordu. İyi güzel hoş diyorsunuz da yani, bu pek mümkün olan bir şey değil ki. Bırakın 15 dakikayı 2 dakika sessiz bir ortam bulamıyorum ben. Hadi diyelim böyle bir ortam bulundu, bu seferde hiçbir şey düşünmeden beynimi ve kendimi dinlemem imkansız. Uyurken bile yapamıyorum ben bunu kaldı ki birde uyanıkken!

Yine de işi gücü bir köşeye bıraktım. Kahvemin son yudumunu da afiyetle boğazımdan geçirirken sessiz bir ortam yaratmaya çalıştım kendime. Televizyonu kapadım. Arka odada çalan radyonun fişini çektim. Bilgisayarın fanı dahi ses çıkarmasın diye onu da telefonumla beraber komple kapatıp sessizliğe gömmek istedim kendimi. Bacaklarımı uzatıp, kapadım gözlerimi usulca. Düşünmemeye ve beynimi yormamaya çalışsam da tabii ki başarılı olamadım. Öyle bir adapte olmuşum ki çünkü sessiz bir ortam yaratacağım diye. Dışarıdan engel olamadığım bir sürü sese karşı yenik düştüm. Ne yaparsam yapayım o sessizliği yakalayamadım.

Beceremediğim sessizlik içerisinde sinirle gözlerimi kapatırken tuhaf bir şey oldu sonra. Aniden çocuk oldum ben. Çocukluğumda buldum kendimi. Annemin beni zorla yatırdığı öğlen uykularında gözlerimi yumup uyumaya çalışırken kulağıma dolan sokak sesleri misafir oldu penceremden içeriye. Çocukların oynadığı topun ayaktan ayağa geçerken çıkardığı o ses, arabaların sesleri, komşunun balkonda içtiği çayın kaşığının bardakta dönerken çıkardığı o şıngırtı, çocukların gülüşme sesleri, parktaki salıncağın gıcırtısı.. Sinirle kurtulmak istediğim onca sesin ne kadar güzel olduğunu ve o güzel çocukluğumdan kalma olduğunu fark ettim o anda. Daha da önemlisi duyabilmenin ne kadar güzel bir şey olduğunu algıladım. Belki de ilk defa...

On parmağı yerinde olan bir insanın durduk yere parmaklarını sevdiğini ve onlar için şükrettiğini hiç görmedim ben şu zamana kadar. Bende hiç düşünmedim bu şekilde. Nasıl olsa vardı çünkü. İnsan yok olan şeyleri var etmek için o kadar çaba gösteriyor da var olanların kıymetini başına kötü bir şey gelmeden bilmiyor ne yazık ki.. Ayrılınca değerlenen sevgili, cebinde paran kalmadığı zaman biten ekmek, kötü bir kaza sonucu kaybettiğimiz bir organımız gibi... Varken önemsiz yokken değeri anlaşılan...

Ben bugün 15 dakika boyunca oturup hiçbir şey düşünmeden beynimi dinlendiremedim belki ama 15 yıl öncesindeki çocukluğuma gidip o güzel günleri düşünerek huzur bulabildim bir şeylerden. Ve daha sonra eksik olduğunu düşündüğüm her şeyin aslında bir fazlalık olduğunu ve ben istediğim sürece onları elde edebileceğimin farkına vardım. Çünkü ellerim vardı benim, duyabilen kulaklarım, gözlerim ve düşünebilen bir beynim.  Ve oturup uzun uzun şükrettim Allah'ıma eksiksiz yaratıldığım için.

Ve anladım ki dünyanın en büyük meditasyonu, en etkili terapisi şükretmekmiş, elinde olan tüm güzelliklere..

İyi ya da kötü yaşadığım her ne varsa şükürler olsun. Beni yaratan beni ben yapan tüm sebeplere sonsuz teşekkürler...